1 Aslen İspir'lidir. Alim Hacı Hüseyin Efendi'nin oğludur. Daha gençlik çağında iken, dervişlik yolunu tutarak,nefsi ile mücadeleye başlamış bir Allah aşığı idi. İbrahim Hakkı Hazretleri'nin oğlu Şeyh Şakir Efendi'ye bağlı idi. Şeyhine olan tam bağlılığından dolayı 'fani fiş- şeyh' olmuştur. Şeyhi ile oturur, şeyhi ile bakar, şeyhi ile söyler idi. Böyle yaptıkça da, bağlılığının sırrına vakıf olamayan cahil insanlar O'nu mecnun zannederlerdi. Kendisi Üveys'ü-l Karani'nin yolunda olup, ismi celal'e mahzar idi. Aşk harareti ile bütün vücudu yanmıştı. Tahammülü yıpratan bu hararet sebebi ile, her gün gusl etmeye mecbur olurdu. 40 sene,belinde zincir ve hırkasının altında kıldan yapılmış bir gömlek giymiştir. Marifetname'yi çok vefalı bir arkadaş gibi yanında taşır, ziyaretine gelenlere ,okuttururdu. Sokakta gezerken başına havlu örterdi .Büyük ihtimalle bunu, kendisini için yerme ve ayıplama vesilesi kabul ettiği için yaparmış. Müslümanlardan yanına gelenlere alaka gösterir ve güya muhatabının halini söyler gibi nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin belalarından bahs eder, bir hikmet yoluyla kurtuluşa davet ederdi. Büyük ahlakına ve mizacına vakıf olamayanlar,sözlerinden bir mana çıkaramazlardı. Veliliğinin ve ermişliğinin sırrını bilenler ne demek istediğini anlar, bütün sözlerinden bir işaret sezer,bir müjde alırlardı. Muhterm Sıtkı Aras hocamız onu ne güzel anlatır: “Her sancıdan bir doğuş beklenmez. Fakat her doğuşun bir sancısı vardır. Her güneş bir sancı neticesi doğar, her bahar bir sancı sonu gelir, her yağmur bir sancıyla yağar. Her bir sancıdır. Çünkü gebedir güneşe. Her kış bir sancıdır; çiçekli baharların doğuş sancısıdır. Her bulut bir sancıdır. Fakat hepsinden yağmur beklenmez, her yağmur bir buluta yağar. İşte her doğuşun bir sancısı olduğu gibi, en büyük doğuş olan “ büyük insan “ doğuşunun da bir sancısı vardır ve ıstıraptır bu sancı. Cemiyetlerin çekmiş olduğu ıstıraplar. fertlerin çekmiş olduğu ıstıraplar. Güneşin kavurucu sıcaklarının meyveleri olgunlaştırması gibi cemiyet ıstırapları da büyük insanları olgunlaştırmaktadır. Ve her ıstırap neticesinde muhakkak surette büyük insanlar beklenir. Kimbilir, cemiyetlerin en ızdıraplı zamanlarda peygamberlerin zuhur etmesinin esbab-ı hikmetinden biri belki de budur. Sodom ve Gomore vahşeti içerisinden Hazreti Lut'un yapmış olduğu piramitlerin harç suları yerine insan teri kullanan Firavunlar diyarından Hazreti Musanın çıkışı gibi. Peygamberler Peygamberi, “Biz peygamberler zümresiyiz belanın en çoğu bize verilmiştir.” Kudsi cümleleriyle peygamberliğin de ıstıraptan geçmiş olduğuna işaret etmektedir. Ve bir batılı yazar “ Büyük zevkler güzel vücutları, büyük ıstıraplarsa güzel ruhları doğrular “ demekle iddiamıza hak vermektedir. Hep böyle olmuştur devirler boyunca. Cemiyetler düşüp kalkmışlar ve her düşüş ızdırabı doğurmuştur. Her ızdıraptan büyük insanlar doğmuş ve cemiyete yön vermişlerdir. Düşüş kalkış alternatifi tarih boyunca devam etmiş, “ Düşüp kalkmayan Allahdır “şeklinde vecizeleşmiştir. Evet, şahlar düşmüş, padişahlar düşmüş, krallar düşmüş, imparatorlar düşmüş ve zaman gelmiş dünyaya insanlığı, insanca yaşamayı öğreten İslam alemi de düşmüş. Evet, “ Düşüp kalkmayan bir Allah'dır.” Düstür-ı ilahisinden kurtulamayarak Arap'ına Acem'ine, Avrupalı'sına ışık götüren İslam alemi de doğudan Moğolların batıdan Haçlıların baskıları neticesinde maddi olarak baştan başa parçalanıp, manevi bakımdan ise büyük insan Yunusun “ Ne kaldı adl u dad eyler Mısralarıyla belirttiği hale düşmüş. Ve bu düşüş ıstırabıdır ki, her bir şahsın kutup yıldızları olan Yunusları, Hacı Bayramları, Mevlanaları, Muhittinleri çıkarmıştır. İşte bunlar ve arkadaşlarını çalışmalarıyla kısa bir zaman sonra İslamiyet devleti maddi olarak üç kıtada at oynatırken; manevi yönden düşmanın bağında yediği üzümün parasını kütüğe bağlayacak vasıfta askerler vazifesine biraz geç geldiği için devamının mağduriyetini kendi cebinden ödeyebilecek kadılar yetiştirmiştir. İçerisine, “ düşüş kalkış alternatifi” düsturunu yapraklarına nakş ederek tabiatın tarih denen hatıra defteri tam altıyüz yıl çevrilmiş düşmüş yine İslam alemi sonucu olmayan bir ıstıraba. Yıkılmış bütün maddi kuvvetleri baştan başa. Ve devrin bir büyüğü zamanı maneviyatı için şöyle demiş “ Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar, Kaplamış alem-i İslamı baştan başa bir ıstırap. Ve birbirinden üstün her biri bir kutb-ı cihan olan allemeler ;yetişmiş : İkballer, Akifler, Elmalılar ve Hacı Haşıllar. İşte Hacı Haşıl bu birinci ve sonuncu olmayan çöküş devrinin çıkmış olduğu baş erlerdendir. Evet, “ Er “ dedik ona. Tıpkı ölen, öldüren, kan veren can veren ve hiçbir nam-ü nişan almadan giden mehmetcikler gibi bir er. Kalelerden ülkelerden çok daha çetin olan gönülleri feth etmiş fakat isimsiz, nişanesiz gitmiştir o da. Hacı Haşıl bir tekke şeydi idi. Hani kılıçların, kalkanların aciz kaldığı, eski Türklerin gönüllerindeki o kara kilidi açarak oraya İlam nurunu üflemeyi başarabilen tekkelerin şeyhlerin den biridir. Tabii gün gelmiş “ tembelhane “ iddialarıyla kendi kapılarına bu kara kilit asılmıştır. “Tembel “ kelimesi bir sözünü hatırıma getirir Hacı Haşılın anlattığına göre, müritlerine ilk tavsiyesi şuymuş : “ Tek sabahları erkenden kalkınız da, yapacak bir iş bulamasanız çöplükte yuvarlanınız “ . İşte çalışmanın gayretin, aksiyonunu tümünü kapsayan felsefe çekirdeği “ işleyen demir ışıldar “ , “ harekette bereket vardır“, “ Gezen tilki , yatan aslandan yeğdir.” Gibi sözlerin binlercesi, içerisinde mündemiç olan bir çekirdek . Ve tabii yinede Hacı Haşıl tembeller hanesinin başbuğu!... Erzurum... Yiğitler, yatağı, alimler otağı belde. Aşıkların, dertlilerin, mustariplerin göz dikip deva bekledikleri diyar 93 öncesi Erzurum. Kervanlar konup göçüyor, Hülagu görmemiş Bağdat misali alimler dolup boşalıyor, ilim meclisleri kurulup dağılıyor. Bir genç var içlerinde Ali isimli. Henüz bıyıkları terlememiş, çocuk denilecek yaşta bir genç. Geziyor Erzurum caddelerinde, fidan boylu,ceylan gözlü bir genç. Başı Palandöken'lerden daha dik bu gencin. Rant etmiş milleti ardına. Aşmış şöhreti tüm dalga dalga tüm Anadolu'ya ulaşmışta padişaha dek. “ Ben şiddetin ve merhametin peygamberiyim “ diyen büyük önderinin izinden kıl kadar ayrılmıyor. Merhametlidir. “ serçelerin öksürmesine”ağlıyor, “ uyuz köpekleri “ tedavi ediyor. Şiddetlidir icabın da. Hiçbir maddi kuvvete taviz verdiği yok. Hatta bir başka büyüğün: “Kesmeseydi dilimi makras-ı layusel ile Demesi gibi, naz perdesiyle Büyük Yaradan'ına dahi Akif misali, “ Ağzım kurusun yok musun ey adl-i ilahi “ şeklinde çıkışlarda bulunuyor. Bunlara çok içerleyen devrin Erzurum müftüsü fena halde kızmaktadır. Ali'ye Aynen Yunus'un Molla Kasım'ı gibi küfürle ithama kalkışmaktadır. Bu genç kabiliyeti. Buna kızan Ali birgün koşar Müftü Efendinin kapısına, “ çık karşıma “ der. “Bütün kitapları koltuğunun altına alarak çık! “ . Ali, çevresinin en mümtaz simalarından İbrahim Hakkı Hazretleri'nin torunlarından Şeyh Efendi'nin mürididir. Şeyhi tarafından çok sevilmektedir. Fehim ve Halim isimlerinde iki oğlu olmasına rağmen postu Aliye bırakmak istemektedir. Ancak, hanımı buna razı olmaz; “ İki oğlumuz varken neden bir yabancıya bırakacakmışız.” Der. Şeyh bir türlü hanımını ikna edemez. Nihayet şu şekilde anlaşırlar :Şeyh efendi gecenin birinde üçünü de üç kez çağıracaktır. Çağrısına icabet edebilen tekkenin anahtarlarını alıp posta oturacaktır. Neşelidir hanım anlaşma için. Çünkü oğulları Hasankale'de aynı çatı altında ayrı ayrı odalarda yatmaktadırlar. Ali ise ta Erzurum'da kendi evinde kalmaktadır. “ Erzurum bir günlük yoldur.” Der Hanım, “ Ali nereden işitip gelebilecek “ Tabii zamanında mesafenin bir hiç olacağını nereden düşünsün? Nihayet anlaşmayı tatbik edecekleri zaman gelir. Bir kış gecesidir. Dışarıda şiddetli bir kar tipisi vardır. Şakir efendi üç defa “ Halim “ diye çağırır. Sesine cevap veren yoktur. Yan taraflarındaki odalardan birinde yatan Halim uyumaktadır. Aynı akibet Fehim için de mukadderdir. O da ses veremez. Şeyh Efendiye. Sıra Ali'ye gelmiş ve heyecanlanmaya başlamıştır Hanım. “ Ya işitip gelirse “ der. Fakat dışarıda karanlık bir gece, tipi vardır,kar vardır, kış vardır ve hepsinin üstünde kırk kilometre yol vardır. Yeniden “Nereden işitip gelecek? Diye düşünür ve geniş bir nefes alır. Nihayet Şeyh Efendi Ali'ye de seslenir. Üçüncü seslenişi bitmemiştir ki kapı vurulur. Ve “geldim ” der. Gecikmesinin sebebini sorar Şeyhine “ Birinci seslemişinizde uyandım. İkincide hazırlandım. Üçüncüde ancak gelebildim. Diyerek af diler. Tabii Hanımın hiçbir diyeceği kalmamıştır. Şeyhinin Hasankale'de ölümünden sonra Ali tekkesini Erzurum'da açar. Tarikatı Kadirliktir. Bütün İslam alemi ile irtibatlıdır. Semerkand'lardan, Taşkent'lerden, Buhara'lardan dahi müridler gelip gitmektedirler. Tekkesi bir ihtiyaç kapısı olmuştur. Ve kendiside artık Hacı Haşıl'dır. Rabbine karşı olan nazının geçerliliğinden istifade etmek isteyen her çeşit dertli baş vurmakta ve Allah'ın izniyle de netice almaktadırlar. Bir ilk bahar mevsiminde Anadolu'nun diğer taraflarında olduğu gibi Erzurum'un da gençleri toplanmağa başlanır. Maksat hepsini Yemene göndermektir. Anadolu insanını yutup yok eden Yemen'e... ağlar bütün analar, bacılar. Nasıl ağlamasınlar ki... Dibi görünmez bir kuyudur Yemen. Giden gelmez, giren çıkamaz. Hani demişler ya; “Bura yemen'dir / Gülü çimendir. Gerçi önü ölümde olsa, gelmemek de olsa, Anadolu halkı askerliği davulla zurnayla karşılamaktadır. Ancak Yemen'in kangren olduğu ve yakında kesilip atılacağı bilinmektedir. Artık onun uğrundaki ölümün lüzumsuzluğunun şuurundadır millet. Asker adayları içinde Tahir isimli bir genç vardır. Zekidir Tahir. Bilir kan alınacak damarı ve hemen koşar Hacı Haşıl'ın tekkesine. “ Çıkmam “ der, “ Müjde haberini alamadan haftalarda aylarda geçse çıkmam!”. Nihayet serçelerin öksürmesine dahi ağlayacak kadar merhamete sahip olan Hacı Haşıl, geçer taş duvarın karşısına, Parmağıyla yazmaya başlar. Mektubunun başlığı, “ Kardeşim Abdülhamid “ şeklindedir. Daha bir çok şeyler yazar. Fakat ne yazdığı bilinmez. Karşısında kendi çapında, belki çok daha üstün bir alıcı vardır. Telefonun, telsizin gürültüsüne lüzum kalmadan karşılıklı olarak görüşebilirler . ne cevap verildiğini de kimseler anlayamazlar. Ancak taş duvardan başını döndüren Şeyh Efendi müjdeyi verir. Artık Anadolu'dan hiç kimse Yemen'e gitmeyecektir. Neşeyle dışarı fırlayan Tahir arkadaşlarına gitmeyeceklerini söylerse de kimseyi inandıramaz. Çünkü çantaları hazırlanmıştır. Ve ertesi günü yola çıkılır. Yemen yolcusu olan Erzurum bölüğü Ilıca nahiyesine vardığı an, geriden bir ulak ulaşır ve kumandana bir kağıt parçası uzatır. Bu, padişahtan gelmiş olan teldir, “ Artık hiç kimse Yemen'e gitmeyecektir.” Erzurum, sazlık tabir edilen bir arazinin kıyısında kurulmuştur. (bu gün bu sazlık kurtulmuştur). Dolayısıyla bir zamanların en sık görülen hastalığı sıtmadır. Birgün Şeyh Efendi cennet çeşmesi yokuşundan aşağıya inmektedir. Karşısına bir sıtmalı çıkarak eline sarılır. “ sen bilirsin kurtar beni “ diye yalvarmaya başlar. O anda yanlarından bir keşiş geçmektedir. “ Peki senden çıksın şu keşiş efendiye girsin “ der. Bu defa şiddetli bir titremeyle keşiş efendi zıngırdamaya başlar. Ve artık yalvarma sırsı onundur. Keşiş efendiye tatlı bir tebessüm savuran Şeyh, “ Senden de çıkıp şu taşa girsin “ cümlesini kullanır. Ve görenler anlamaktadırlar ki, taştaki titreme sesiyle Keşiş Efendi'nin Kelime-i şehadet getiren sesi birbirine karışmıştır. Bir yaz günüdür. Hacı Haşıl Efendi'nin yolu kendi tekkesi yakınlarındaki Erzincan kapısına uğrar. Orada köşebaşlarında oturup dilenen elli yaşlarında felçli bir ermeni vardır. Lisan-ı haliyle Şeyhten merhamet dilendiğini izhar eder. Hiçbir meşru isteği geri çevirmemiş olan üstad, yaklaşır dilencinin yanına. Ve “ Paşalar dahi beni gördükleri zaman ayağı kalktıkları halde sen niçin aldırış etmezsin “ diyerek, ayağının ucuyla dilenciye dokunur. Yılların kötürümü kalkarak koşmağa başlar. Ve ağzında Şehadet kelimesi tekrarlanmaktadır. Zaman ikinci meşrutiyet sonrasıdır. Asırlarca efendilerinin lütuflarına mazhar olup efendice yaşamış olan Ermeniler azıtmışlardır. Her tarafta komiteler kurup fırsatlarına düşürdükleri Müslümanları kesmekte veya yakmaktadırlar. Günlerden birgün, bölgenin eşraflarından birisi bu komitecilerin ellerine düşer. Sevinçlidir Ermeniler. Çünkü büyük bir düşmanları ellerindedir. Onu ölümlerin en fecisiyle öldüreceklerdir. Bunun için bir tandırı iyice yakarlar. Maksatları tutsaklarını burada yakmaktır. Müslüman lider kurbanlık koyun gibi akibetini beklemektedir ancak mütevekkildir. “ Biz ölüden diri, diriden ölü çıkarırız.” Va'di gereğince ümitlidir de. O anda garip bir olay olur. Tandırın bacasından, değirmene boşalırcasına su akmağa başlar. Ermenilerin bazıları bayılmış, bazıları da oradan sıvışmıştır. Tabii mütevekkil Müslüman kurtarılmıştır. Aynı anlardaki Hacı Haşıl efendi'nin tekkesini Şükrü isimli bir müridi şu şekilde anlatmaktadır. “ Halka çevirmiş zikir yapıyorduk. Birdenbire Şeyh efendi zikri durdurdu ve kovalarla su getirip halkanın ortasına dökmemizi emir buyurdu. Söylediklerini yaptık. Döktüğümüz sular, ateşe dökülmüşcesine bir ses çıkarıyor ve kayboluyordu. Kimseler bunun sebebini sormadı. Sonradan öğrendik ki bizim sular, Müslüman bir kardeşimizi kurtarmak için birkaç günlük yoldaki bir tandırın üzerine dökülüyormuş. “ Bütün anlattıklarımızın doğru ve yanlış olmaları, o büyük zat için hiç de önemli değildir. Yalnız, yöre halkının nezdindeki Hacı Haşıl'ı anlatabilmek için yüzlerce, binlerce olan bu menkıbelerden bir kaç tanesini buraya almağa çalıştık. Hacı Haşıl'ın bin sayfaları konu olacak tarafı muhakkak ki sadece bunlar olmazdı. Onu buraya getiren vasıfları, tabii olarak çok daha önemli yönleridir ki, özet olarak bunlar: Mürşitliği, vakarı, tevazuu, edep ve takvasıdır. Evet, Hacı Haşıl bir mürşittir. Sarhoş demeden, ayyaş demeden, keşiş demeden yakaladığı herkesi irşad edebilmiştir. “ Mürşit” için üstad Necip Fazıl şöyle der: “ Mürşit, İslamiyette fertleri büyük istifadeye ve ilahi marifete götüren, Allah'ta fani ve nefsaniyeti kalmamış muazzam kahraman tipidir.” Evet, bir mürşittir Hacı Haşıl. Millet XIX asırın o meş'um günlerine dayanamayıp “ evveli de Şam ahiri de Şam” diyerek bütün varlıklarını atıp göç ederken, Erzurum'un Aziziye Tabyaları'nda Rus saldırılarını kırabilmesi, büyük ölçülerde Hacı Haşıl'ın vermiş olduğu ruha bağlanmaktadır. Ve o ruhtan kırıntılar halinde de olsa parıltılar görülebilmektedir. Vakarlıdır da Hacı Haşıl. “ Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım bekleriz.” Kudsi cümlesi ile günde en az kırk defa yapılan va'din tam eri olarak yaşamıştır o . Anlatıldığına göre bir gün devrin Erzurum Valisi tekkeye gelerek, “ sana bir miktar maaş bağlamak için emir aldım” der. Kaldırır başını Hacı Haşıl. Kızmıştır. Fakat Vali Paşa tekkesindedir. “ evdeki ciddiyet kibirdir.” Düsturunu bilmektedir. Dolaysıyla bir şey diyemez. Ancak “ Benim ağam bana yeter” diyerek yanındaki sedirin örtüsünü kaldırır. Yakacak olarak kullanılan bütün ağaç parçaları, valinin gözüne altın olarak görünmüştür. Mütevazidir Hacı Haşıl. Ancak bununla zilleti katiyetle bir birine karıştırmaz. İcabında çocukla, deliyle, sarhoşla sohbet eder. Yeri gelince valileri, paşaları saatlerce kapısı önünde bekletip kabul buyurmaz. Ve anlatmaktadır ki, halen mevcut olan ve ancak on yaşındaki çocukların sığınabileceği yüksekliğe sahip olan özel odasının kapısının böyle dar yapılmasının sebebi, eğilerek girip çıkılmasını sağlamak içindir. Edeplidir Hacı Haşıl. Kendi isminin de en büyük mümessili olan Hz Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Demiştir. Bu hususta en büyük köledir Hacı Haşıl. Çünkü ömründe birkez dahi Hasankale'ye doğru ayaklarını uzatmamıştır, Şeyhinin türbesi oradadır diye. Derler ki Şeyhinin oğullarından Hacı Fehim efendi,kendi oğlu oniki yaşındaki Zakir'i (Cumhuriyet sonrasında Hasankalesi'nde belediye reisliği yapıp, maddi bir çok hizmetlerinin yanında manevi yönden de bir çok Müslüman'ı devrin zulmüne karşı himaye eden meşhur Zakir İbrahim Hakkı oğlu ), Hacı Haşıl'ın hizmetine vermiştir. Birgün Şeyh Efendi küçük Zakir'e bir pusula vererek amcası Hacı Halim Efendi'ye iletmesini, onun da bundan ibret almasının gerektiğini söyler. Zakir bundan bir şey anlamaz. Konuyu babasına açar. O da pusula denilen aletten ibret almanın manasını çözemez. Nihayet emaneti sahibine veririler. Büyük veli Hacı Halim Efendi, “ anlamadım der . Pusulayı devamlı surette oturduğu odaya koyar. Kıbleyi gösteren ibre, her zaman arkasını dönüp oturduğu yönü göstermektedir. İşte Büyük bir takva sahibidir. Hacı Haşıl. “ En üstününüz en fazla takva sahibi olanınızdır.” Buyurmuşlardır. Hacı Haşıl, devrinin en üstünlerindendir. En müttakillerden olmaya da mecburdur. Ve olmuştur da. Takvalık,ibret etmenin derecesidir. Kainatta bulunana tüm mahlukat, lisan-ı halleriyle Allah'a ibadet etmektedir. Yine inanılmalıdır ki, mü'min kalpleri de devamlı surette zikirle çarpmaktadır. Bazı özel zamanlarda bu zikrin durduğunda inanan Müslümanlar, boy abdesti almaktadırlar. Hacı Haşıl heran için şuurlu olarak Allah'ladır. En kısa uyku hali bile onu yıkanmağa mecbur eder. Çünkü şuurluluk hali bozulmuştur. İmam-ı Azam kırk yıl sabah namazını yatsı aptesti ile kılmıştı. Bunu yapmayan Hacı Haşıl her uyku neticesinde, Erzurum'un karına kışına bakmadan, kendi ihtiyarlığına bakmadan muhakkak surette boy aptesti almıştır. Hayatı hakkında fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü ne zaman, nerede, ne kadar yaşadığı değil, nasıl yaşamış olduğu önemlidir. Takriben 1840 lı yıllarda Erzurum'da doğmuş olduğu ve 1910 lu yıllarda bu fenadan göç ettiğini belirtirsem yeter sanırım. Halen Erzurum'un yaklaşık 6 km. güneybatısında, bugünkü Dutçu köyünde Yunus Emre'nin makamı yanıbaşında mütevazi bir türbede yatmaktadır. Yazımızı kendilerinin güzel bir beyitleriyle bitirelim: “Ben gülü deste bağlarım Zaten ömürleri boyunca hep gül bağlayıp, dağıtmışlardır. |