ŞİİR VE ŞAİR

ALİ KURT

ŞİİR VE ŞAİR

Şiir konusundaki bildiklerimiz bilmediklerimizden az. Sanat
vadisindeki eksiklerimiz ortaya çıktıkça mutsuz olmayıp, bilakis
mazur görmeliyiz kendimizi. Hiçbir zaman üzülmemeli, sevinmeliyiz
aksine. Çevremizde şiirden anlayan, şiir seven, şair dostlarımız var
bolca. Onların sayesinde artar bilgimiz. Şiir deryası, kişiye yaşama
sevinci veren meşgalelerin başında yer alır. Telaşa gerek yok. Bazı
şeyler doğuştan gelir. Temel ihtiyaçlarımızın giderilme dürtüleri
bunlar arasındadır. Birçok yetenek ise sonradan kazanılır. Nasıl
bilebiliriz ki o kadar fazla şeyi? Bunlar sevgiyle saygıyla, çalışma
ve çabalamayla edinilir. Edebiyatçı değiliz, kendi halinde şiir
yazarız fakat gerçek manada şair değiliz, eleştirmen de sayılmayız.
Sadece bir şiir sever, şiir dostu sayılabiliriz. Şair dostlarımız var.
Onlardan öğreniyoruz bazı şeyleri. Herkes kendi hayatını kendi yaşar,
kendi şiirini kendi yazar.
Şiir öğretilebilir mi? Nerede ve nasıl olur bu? Öğrenmenin
araçları vardır. Bilgi ve belge noksanlığı birlikte olur. Her şeyi
bilebilen kim? Önemli olan kişinin sınırlarının farkında olmasıdır.
Bilgisinin uç noktalarını bilmek. Neyi bilip neyi bilmediğinin
farkında olmak. Müspet yönde uğraşarak kendi sınırlarını
genişletmeye, daha yetkin olmaya uğraşmak. Önemli olan bu; uğraşarak
bilgisizliği bilgiye dönüştürebilmek. İnsan hayata öğrenmek için
başlar ve sürekli öğrenir. Bu yüzdendir ki bazı hocalar
kitaplarını “Öğretirken öğrendiğim öğrencilerime” diyerek ithaf
ederler. İnsan hep öğrenir. Sürekli yeni analizler ve sentezler
yaparak aldığı ham bilgiyi özümler, kendine mal eder. Ancak böylece
kullandığında üzerinde iğreti bir elbise gibi durmaz, kişinin kendi
malı olmuştur çünkü. Şiir dolu bir hayatı “şerefe” diyerek
kaldırırken zafer şarkıları söyleyelim. Dolu dopdolu sevdalar, hayale
bağlı aşklar yaşayalım. Yazalım hayata dair. Yalcın kayaları yalayan
çivit rengi gökyüzü altında kırmızı ve beyaz.
Öylesine yabancıyız ki bu konuya. Söze nereden gireceğimizi
bilemiyoruz. Okumak ve yazmak, soluk alıp vermek, yaşamak yani.
Sabahın seher vaktinde beklenmedik yerlerde rastlayan dost insanlar.
Aşk, sevda, sevgi, yaşama sevinci, şiir, şair, duygu ve bilginin
galip gelmesini beklemek. Anlık da olsa, kısacık da olsa terk
etmeyelim mutluluğun yakasını. Kapılar kapanmadan yüzümüze,
beklemeden sonbaharı, gam çekmeden sevelim hüznü de. “Sevelim
sevilelim kam alalım dünyadan”. Kavak yelleri essin başımızda. Ilık
bir ilkbahar sürüversin sürekli, imgeler dökülürken kalemimizden
esiversin ılık bir rüzgar gibi. Bir serüven yaşayalım kısacık da
olsa.
Şairin sofrası paylaştıkça çoğalır. Burada önemli ayrıntı
bölüşmek değil, paylaşabilmektir. Güneş'e dön yüzünü. Korkma, orada
şair var. Dikkat et yalnız, almasın gözlerini parıltıları.
Yazdıklarımızı okurken canlandı her satırı. Harfler, işaretler,
heceler, kelimeler, cümleler, deyimler, kavramlar, imgeler geçti
birer ikişer karşımızdan. Saygı gösterdik onlara. Çünkü bizi var
eden, anlaşabilmemizi sağlayan onlar. Şairler kelimelerle oynar, dans
eder, sever onları, arkadaşlık kurar, yerli yerinde kullanır onları.
Biz de saygı gösterdik, sevdik, ihtiram ettik, el salladık, bağırdık,
çağırdık, haykırdık, alkışladık arkalarından. Duydun mu şamatamızı?
Düşmanlar, karaçalılar, karaçalıcılar, çekemeyenler, çatladılar
hasetlerinden. Oh, ne iyi oldu. Çatlasınlar kötüler. Dostlar da
eğildi bizimle, onlar da gerekli alakayı gösterdi kavramlara,
imgelere.
Dipsiz kuyuyu canlandıran, dile getiren berber için gevezeliği
mi, yoksa Midas'ın kulakları mıdır önemli olan, hata yaptıran?
Eskiden kalma yuvarlak küplerin, amforaların dibindeki tortular,
üflenince çıkan ses üzerinde ne derece tesirli olabilir? Oraya giren
ince rüzgarlı ses, çıkarken globalleşir mi? Vah vah... Maviye ve
kızıla dönüşen ses... Tanımadığımız, bilmediğimiz, görmediğimiz,
duymadığımız meçhul denizlerden çıkıp gelen .... Bir bardak suyu
paylaşmanın verdiği heyecan. Sevinç ... Şölene çevrilen muştu. Gün
hızla dönüyordu. Bulutlar sevinçle ağlarken gökkuşağı renklerini
şaşırmıştı.
Derelerin denizlere duyduğu özlemi düşündünüz mü hiç? Büyük bir
arzu, tükenmek bilmez bir ihtiras. Yalçın kayalardan sıçrayan,
dağları ovaları vadileri, nice engelleri aşan hırçın sular. İçimize
her gün yağıveren yağmurlar sel olduğunda, bu sel, seylap
oluşturduğunda, tuğyanda, coşkun ırmaklar gibi dolar dolar taşarız da
sevincinden doludizgin ağlayan bir bulut gibi akarız olabildiğince.
Ruh inceliği, mana zenginliği istenen bu değil mi gerçekte? “Geldim
sana, ağlayarak sızlayarak bak /Aşkınla yanan benliğime durma hemen
ak /Aşk sönmedi sev haşre kadar yak”. İlhamı şiir, sermayesi aşk olan
kişilerin yakaladığı bir tutam bülbül sesi, avuçlarını açtığında terk
edecek onları. O yüzdendir böyle saygılı yürüyüşleri. Onlara aykırı
bakışlarla nazar edenlerin derdi ne? Aşıkın gönlünde çağlayan pınar,
kanayan yara bulunduğu için gözünde yaş olacaktır. Bu nedenle
dökecektir kanlı göz yaşlarını ve bülbülün yüreğine batan gül dikeni
gibi, kalbi kanayan aşık şeyda bülbül gibi döktürecektir kendi
şiirini. Gül tahtına oturmuş, elinde lale var. Ne demek bu? O, kendi
hayatını yaşayacak, hayatının şirini yazacaktır. O yüzden değil midir
ki “Aşıka Bağdat sorulmaz, ufukları aşar gider” denilmiştir. Saadet
zinciri ne yazık ki sürekli olamıyor, sık sık kırılıyor bir
yerlerden. Bu yüzdendir ki şairler sürekli hareket halindedirler.
Devamlı üretirler, rehavet düşmanıdır onların. Bilgili, kültürlü
çalışkan ancak sıkıntılı adamlardır şairler. Onlar sürekli üretmenin
acılarını, doğurmanın sancılarını çekerler.

Osmanlı mutfağında iftar sofralarının kapanış yemeği genellikle güllaçtır.
Dileyenler için sakız ve gülsuyuyla birlikte takdim edilir...
Bu yazımızda bir tatlı vesile kılınarak geleneksel yemek kültürümüz üzerine
dikkat çekmeye çalışmaktayız. Dr Ali Kurt'un yazısını okumak için tıklayınız.