ÇOCUKLUĞUMUN RAMAZANLARI

Çocukluğumun ramazanlarını anlatmak, aradan geçen altmış yıla rağmen bana hala heyecan veriyor. Yedi kardeşin beş numarasıydım. O yılların Erzurum'u, şehrin son sınırları olan mezarlıkları artık zorluyor, mezarlıkların arkasında yeni mahalleler oluşuyordu. Nitekim, Leblebici yokuşunu sağlı sollu kuşatan mezarlıkların üst başında, eskiden göze sularının fışkırdığı arsalar üzerinde, yeni bir şehir varoşu, doğmaktaydı. Şehir halkının "Gümüşgöz" adını verdiği bu yeni varoşa, daha ziyade şehre henüz göç etmiş olan köylüler ve özellikle de Erzurum'un Türkmen tâbir edilen köylerinin halkı yerleşiyordu. Çocukluk ramazanlarımızı işte bu ortamda, demet demet inanç ve renk arasında geçirirdik.

Leblebici yokuşu ile Gavurboğan deresinin kesiştiği noktada mütevazı bir taş köprü, Sıvırcık ve Gümüşgöz Mahalleleri'ni Tebriz Kapısı ve Narmanlı Mahallesi'ne bağlardı. Her mahallede olduğu gibi bizim Sıvırcık mahallesinde de kendini topluma adamış "Doğana beşik, ölene mezar" cinsinden, çok sayıda insan bulunurdu. Biz ramazana birkaç gün kaldığını, işte bu tür insanların örgütlediği ve mahallenin genç kızlarının baş çektiği "camide ramazan temizliği" kollarının faaliyetinden anlardık. Camileri ramazana hazırlamak için yapılan temizliğin en çok dikkatimizi çeken tarafı, hep bir ağızdan haykırışlarla idare edilen cami halılarının çırpılmaları ve bu arada mahalleyi bürüyen toz dumandı.

Silinip parlatılmak üzere cami çeşmesinin önüne dizilen câmi şamdanları da bize pek görkemli gelirdi. Ramazan akşamları biz çocukların gece oyunlarını tatbik safhasına koyduğumuz bulunmaz bir eğlence mevsimdi. "teravih Namazı" gerekçesiyle evden çıktığımız için büyüklerimiz ses çıkarmıyor, teravih namazını müteakiben saatler süren bir eğlenceye başlıyorduk. Bazan teravih namazını da asarak, bu eğlence saatlerini uzattığımız olurdu. Ramazan oyunlarımız çeşit çeşitti. Eğer başka mahallelere ilâhiye gitmemişsek (Yani topluca posta koyup, kavgaya) muhakkak bir başka eğlence bulmamız söz konusuydu.

Hangi konulardan eğlence çıkarmazdık ki ? Mesela bunlardan birini anlatayım.

O yıllarda Erzurum sazlığı henüz kurutulmadığı için, hamamlar ve fırınların çevresi buralarda yakılmak için getirilen kamışlar ve sazlık ürünleri ile dolup taşardı. Biz çocuklar bu kamış yığınları içinden adına "Şeytan Mumu" dediğimiz kahverengi tüylü kamış meyvelerini seçer, onları gaz yağı ile doyurduktan sonra yakmak suretiyle fener alayları yapardık. Erzurum'un o yıllardakı sokak ışıklarından mahrum ortamını hatırlayacak olursak, bu şehraynin biz çocukları nasıl coşturduğunu tahmin edebilirsiniz.

Ramazan geceleri Sultan Murat köprüsunün başında odaklanan oyunlarımız, zaman olur çarşılara kadar taşardı. Bizim çarşılarımızın sınırı, ünlü Mısır Oteli nin baş köşesine kurulduğu Yenikapı' dan başlar, Tebriz Kapısı'nı tamamen kucaklayarak Tophane Gazinosu'nun önünden Kevelciler' e kıvrılır, ordan da bir keskin kavisle geri dönüp, Hamutçu Yokuşundan Sıvırcık Mahallesine ulaşan hattın içinde kalırdı.

Aile büyüklerimiz, o yıllarda henüz kirlenmemiş olan Dabahane yahut Şabahane Çeşmeleri’nin buzlu billur suları olmadan, ne iftâr ne de sahur sofralarına oturmaz; hele höpürdete höpürdete içtikleri kahve ve çaylarını muhakkak bu sulardan kaynatırırlardı. Bu tiryakilik, biz çocukların bir ayağının, Dabahane (Debbağhâne) ve Şabahane (Şebhâne) çeşmelerinde olması demekti. Kimi zaman bu çeşmelerin önündeki izdihamdan ötürü Akpınar, Yazıcı ve Cennet Çeşmelerine kadar gittiğimiz olur, aynı kalabalığı orada da bulunca bu sefer, bu uzak çeşmelerden biran önce su alıp eve dönme telâşına kapılırdık.

Çocukluğumuzun çarşıları, ramazan mevsiminde biz afacanlara ayrı bir renkte görünürdü. Gün boyunca ağzını bağlamış insanların leb a leb doldurduğu bir şehir. Yarı örfî, yarı mistik bir atmosferin başkalaştırdığı, hatta bazı titiz ruhları gerdiği oruçlular ortamı; ramazan gecesinin başlaması ile bir anda sukûnete kavuşur, bu sukûnet, gecenin ilerleyen saatlerinde bir coşku ve neşe ile birleşirdi. İşte bu sebeple olacak, ramazan geceleri, sadece biz çocuklar için değil; her yaştan,her sınıftan ve her cinsiyetten insanlar için; tadı çıkarılacak, neşesinden istifade edilecek güzellik demleriydi.

Mütecessis çocuk bakışlarımız, bir yanda oynadığımız çocuk oyunlarını gözlerken, öte yanda büyüklerimizin yaptığı işler üzerinde dolaşırdı. Pekçok esnaf, oruçluykan düşen performanslarını, ramazan gecelerinde yakalamak için kendini hazırlar; bu yüzden, çarşılar, iş çıkarmak için çalışan dükkanların himmetiyle ışıl ışıl parıldardı.

Ramazanda canlanan gece hayatının düğüm noktaları olan kahvehaneler ve hamamlardan söz etmemek olur mu? Bizim ilgi alanımız içine giren Tebriz Kapısı’nda, irili ufaklı pekçok kahvehane ve çay ocakları bulunmakla beraber, bunların dört tanesi pek önemliydi. Bu dördün ikisi, şehrin daha bir varlıklı ve eşraf diyeceğimiz tabakasına hitab ederken, diğer ikisi ahâli kahvesiydi. Kullebi Akif Ağa'nın meşhur konağını geçip Tebriz Kapısı’nın baş tarafına çıktığımızda sağ tarafta, içi, acemî bir duvar ressamının elinden çıkmış tabiat resimleri ile bezeli, sütünları aynalarla kaplı, Şefik'in Kahvesi bizleri karşılardı. Bu kahveye basamaklarla çıkılırdı. Biz büyüklerin korkusundan, bu basamaklara yönelemezdik. Kahveye doluşan kalabalığı gözlemek için kahve camekânlarına başımızı uzatır, kahvesinin önünde gururla bir sağa bir sola giderek denetimler yapmayı adet haline getiren Kahveci Şefik'ten "ula..veletler" diye bir azar işitinceye kadar içerideki kalabalığı ve bu kalabalığa gâh sesini yükseltip gâh alçaltarak hikâyeler anlatan Halk hikâyecilerini, aşıkları, meddahları seyrederdik.

Şefik'in Kahvesi 'nin müşterilerine benzer bir topluluğu Asaf'ın Kahvesi toplardı. Bu kahve, Cumhuriyet Caddesinin Tebriz Kapısı ile kesiştiği meydana bakardı ve daha şehrî bir havası vardı. Gerçi, her iki kahvenin de müşterilerinin büyük çoğunluğunu, Celepler, hayvan cambazları, faytoncular ve hikâyeye meraklı çarşı esnafı oluştururdu ama, Şefikin Kahvesi yarı mahalle kahvesi sayılırken, Asaf'ın mekânı tam bir çarşı kahvesiydi. Özellikle ramazan aylarında bu kahveler, buğulanan camlarından da anlaşılacağı üzere tıkabasa meraklılarla dolar, sahur vaktine kadar, bu kalabalık dağılmak bilmezdi.

Biz, Erzurum'un efsanevi hikâyecisi Gez Mehleli Hâfız Mikdat'ı bu kahvelerde gördük mü görmedik mi bilemiyorum. Ama Hekatçı Nalbant İshak'ı camekan arkasından çocuk gözü ile çok izlediğimi hatırlıyorum. Nalbant İshak zaten bizim mahalleli sayılırdı. Hamutçu yokuşunda oturur, Nalbantlık mesleğini de Narmanlı Cami nin önündeki arsada icra ederdi. Rahmetli Mehmet Kaplan hocamızın keşfettiği Behçet Mâhir, Nalbant İshak'ın hikâye anlattığı devirde fazla bir ün sahibi değildi. O yüzden Behçet Mahiri Tebriz Kapusu Kahvelerinde hikâyeler anlatırken, ancak 1960’lı yıllarda farkettiğimi burada yeri gelmişken kaydedeyim. Tebriz Kapısı'nın eşraf ve memur kahveleri Taşmağazaların başında bulunuyordu. Asaf'ın Kahvesiyle aynı meydana bakan İki Kapılı Kahve ile onun biraz aşağısındaki Tophane Gazinosu çarşıdakı sosyal farklılaşmanın simgeleriydi. İki kapılı kahve, bir yanda son moda taş plaklardan yükselen memleket havalarının dinlenildiği, öte yanda titiz bir biçimde pişirilmiş yahut demlenmiş tarçın, karanfil, zencefil, havlıcan, çay ve kahvelerin nezâhatle içildiği bir mekândı. Tophane ise şehrin varlıklı bıçkınlarının kahvesiydi. Bu balkonlu ve müteaddit salonları olan gazinoda zaman zaman tiyatro grupları gösteri yapar, kadife kilot pantolonlu ve körüklü çizmeli delikanlılar iddialı bilardo maçları çıkarırlardı. Tophane safâları, bir başka yazıyı dolduracak kadar renkli ve uzundur.

Ramazan gecelerinin bir diğer hareket odağının da hamamlar olduğunu söylemiştik. Özellikle kadınların ramazan hamamları, şehrin bu içe kapalı nisâ tâifesine büyük mutluluk ve heyacan verirdi. Bu, temizliğe olan gece yolculuğu, aynı zamanda gece vakti dışarı çıkabilmenin vesilesiydi.. Sıcak sulu kurnaların başında kadın kadına muhabbetin cezbeden mekânlarıydı ramazan hamamları. Ninelerimiz ve annelerimizin hamamlarda altlarına serdikleri halılar ile hamam bohçalarını taşıma, sonra gerisin geri eve getirme görevi, biz çocuklara aitti. Tabii bu işleri biraz da "Evin Küçük Herifi edâsıyla yapardık. Evlerimizin gülü ve neşesi olan o güzel kadınlarımızın, biraz telâş, biraz merak, ama kesinlikle mutluluk ve heyecan yüklü hamam safalarını, ramazan geceleri ile müsemma bir “şehrî kültür numünesi” olarak hatırlıyorum.

 

ERZURUM RAMAZANLARINDAN RENK RENK DESENLER

 

1.RAMAZAN YEMEKLERİ

“Ah!Ah.. Nerde o küflü tulum peynirleri, tandır ve sini keteleri, süt yüzü ile yoğrulmuş fetirler, duzli gılıkler, tandıra kayıp kızgın külde pişen hamur düşükleri, mahanda somunları, süt yüzü kuymahları, lor dolmaları, kuşburni tiritleri, kelecoş aşları, çortuti, muşmula turşuları, ayran aşları, kesme çorbaları, şileler, bişiler, tatar börekleri, haşıllar, mumbarlar, totuk paçaları, tatar börekleri, hıngeller, çiriş kavurmaları, ekşili yahni ve ekşili dolmalar, su börekleri, eşkili köfteler, dut ve pestilli yumurta çullamaları, kavurmalar, kavurgalar, kavutlar, hedikler, erişte pilavları? Ah ki Ah! Görüldüğü gibi Eski yemekler, Erzurum Ramazan eğlencelerinin de ilgi alanındadır.

 

2.RAMAZAN ÇALGICILARI

Genelde düğün, dernek ve bayram şenlikleri ile hayatlarını kazanan çalgıcıların ramazanlıkta, her iki sözlerinden biri yemek üzerine olurdu. Hele sahur manileri çalgıcıların bey konakları karşısında birer yemek sayıklaması gibidir..Önce peşrev ve komiklik ardından yemek üzerine sitemler gelir. Uyan efendim uyan Gedife yastığa dayan Bir ciğer aldım pazardan Saraldi soldi nazardan Arkadaşımı sorarsan Şimdi çıkar mezardan Gapiya goydum tağari Yanar ağari ağari Arkadaşımı sorarsan Şabahana’nın fındık zağari Erişteyi haşladılar Doldurmaya başladılar Gavurboğan’ın pijleri Davulumu daşladılar Ramazan konakları sahuru bekleyedursun, maniler söyleyen davulcuların işi gerçekten zordur. Kimi muzip çocuklar tarafından taşlanmak, kimi yeni yetme gençlerin ağır şakalarına katlanmak gibi engelleri aşmak zorundadırlar. Bazen de konak beslemeleri(hizmetçi kızlar) tarafından azarlanma tehlikesi işin cabası. İşte böyle bir durum Boyahane Mahallesinde davulcu Kor Ağali ile davulcu Teyyar’ın başına gelir. Beslemenin biri konağın penceresinin perdesini aralar “defolun gidin burdan sizi dinliyen yoh”diye çemkirir. Davulcu Teyyar “Ben çalım da sen istirsen dinne, istemirsen dinleme” diyip hiciv dolu şu maniyi söyler: Ayahlarım çamur oldi Dar sokakda dura dura Pahlavalar hamur oldi Sinilerde bura bura Eyle bir esire (asra) galdık Beslemeler hanım oldi Pencere de üre üre. Güzel bir taşlama değil mi? Biz bu hayâtı, kendimiz olarak ibdâ edip yaşamışız yahu!

 

3.İFTARİYE HOROZ ŞEKERİ!

Ramazan boyunca Erzurum sokaklarını çın çın inleten "iftâriye horoz şekeri!" yahut "Elma yanaklılara elma şekerlerim var!" nidâları; biz çocuklar eliyle kurulan pazarın adeta reklam spotlarıydı O dönemi yaşamış her çocuk gibi iftâriye horoz şekerlerinin hem alıcısı hem de satıcısı olarak bu pazarın âşinasıydık. Ramazan iftâriyeliği olan şekerler, sokak aralarında gelişigüzel kurulmuş tezgahlarda imâl edilirdi. Biz çocuklar, biraz merak biraz macera uğruna evden kaptığımız, çamaşır selelerini yahut küçük boy sinileri koltuğumuza sıkıştırır, bu horoz şekeri imâlâthânelerinin önünde kuyruk olurduk. İmâlâthâne sözü sakın sizi yanıltmasın. Bu imâlâthânelerin hemen tamamı, yoksulluğun sokak sokak kol gezdiği o harab, bitkin evlerin yıkık tandırbaşlarında yahut loş avlularında icra-yı faaliyet eylerdi. Tıknefes bir gazocağı; kalın bir is tabakası ile bu gazocağının perişan kucağında oturan bir şeker eritme tenceresi, imâlâthanenin ana ekipmanını oluştururdu. Bu teknoloji(!)nin diğer parçaları döküm kalıplarıydı.

Biz çocuklar, işyerinden ziyade bir sefalet yuvası olan horozşekeri imâlatçılarını, her şeye rağman çok ilginç bulurduk. Horozşekeri imâlatçılarını iş başında seyretmek, bu uydurma tezgâhlardan daha uydurma olan insanların hareketlerine tanık olmak eğlenceli gelirdi. Horozşekeri imâlatçılığı sadece ramazanda ortaya çıkan bir meslek olduğu için, bu mesleğin sâlikleri de esrarengiz tiplerdi. Çocuk gözüyle horozşekeri ustalarını seyrederken duyduğum merak ve hazzın benzerini; seyyar çarkçı, bileyci esnafı karşısında da duyduğumu şimdi hatırlıyorum. En köhne teknolojik gösteri dahi çocuk ruhunu etkiliyor. Hele, bu teknoloji sonucu ortaya çıkan ürün, sevilen bir çocuk şekeri olursa.

Hiç unutmam, deve gözü dediğimiz gümüş yirmibeş kuruşluğu bastırdık mı, kalıptan yeni dökülmüş, yedi tane renk renk horoz şekerini tepsimize yerleştirmiş olurduk. 25 kuruşu 35 kuruş yapma keyfini günümüz çocuklarına bilmem ki nasıl anlatmalı.? Hemen kendimizi sokak aralarında atar: "İftâriye horoz şekeri , beş kuruşa !" diye her mâkamdan çığrışmaya başlardık. Ramazan sokaklarında çocuktan bol ne vardı? Bir renk cümbüşünü ile tanzîm ettiğimiz horoz şekeri tezgahını bu çocukların önünden geçirmemiz ; bu işlemi yaparken de "İftâriye horooz şekeri, beş kuruşa !" diye çığırmamız mahalleye velvele salmamıza yeterdi. Parası olanlar hangi horoz şekerini seçeceğine karar vermek için çocuksu tezgâhlarımızın başına üşüşürken, parası olmayanlar "ana" , "nene", "dede " çığlıkları ile evlere koşarlardı. Biraz sonra sokak, büyüklü küçüklü müşterilerin doldurduğu bir seyyar pazara dönüşürdü. Ağlamalar sızlamalar, azarlar, sitemler arasında açılan bozuk para keseleri, şıkırdıyan madeni paralar.. Bu taktikle bir sokağı boydan boya geçtik mi işimiz bitmiş olurdu. Çocuk ticareti dediğin de böyle olur!

Erzurum ve Erzurumlunun asıl serveti, onun hiç bir beldede görülmeyecek orjinallikteki işte bu kimliğidir. Atalarımızın o güzel kelimeleriyle: “Belde-yi tayyibemiz Erzurum rıf’at lüzûm’a Hoş geldin ey şehr-i ramazan” diyerek nesil be nesil yaşamaya devam edeceğiz. Mustafa Çetin Baydar