KIYMETİNDEN HABERSİZ OLDUKLARIMIZ / 1 ŞAİR CAHİT KOYTAK

KIYMETİNDEN HABERSİZ OLDUKLARIMIZ :1

CAHİT KOYTAK

HAYATI

1949 yılında Erzurum'da doğan şairimiz, ilk ve orta öğrenimini de bu kentte yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesi'nden 1973 yılında mezun olmasından sonra, kısa bir süre mühendislik yaptı ve ardından serbest ticarete başladı. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir, görünürde ticaretle uğraştı.

Yazı hayatı, yirmi iki yaşında Üstat Karakoç'un Diriliş'inde yayınlanan ilk şiirleriyle başladı. Sonraları ürünlerini 1977'den başlayarak Kriter, Yönelişler; Kelime ve Yedi İklim gibi dergilerde yayınladı. Cahit Koytak'ın kendisi; İlk Atlas'tan sonra çeşitli dergilerde (Dergah, Defter, Kayıtlar, Kaşgar v.b) yayınladığı, 2-3 kitap olabilecek hacimdeki şiirlerinin, yeni bir atlas olarak kitaplaşması için, bazı haritalara, bazı zayice planlarına ait kayıp parçaların ortaya çıkmasını beklediğini ifade etmektedir. Daha ilk şiirlerinden başlayarak bir özgünlük ve yoğunluk sundu okurlarına. İlk şiirlerinin yayınlandığı adres olan Diriliş bile tek başına bize O'nun şiirinin kalite düzeyi hakkında bilgi verebilir. Otuz yıla yakın bir süredir şiir yazan / yayınlayan bir şair olan Koytak, tek şiir kitabı olan İlk Atlas' ı 1990 yılında, Ahmet Kot'un yönettiği Yazı Yayıncılık' tan çıkardı.

Şairliğinin yanı sıra, Koytak aynı zamanda usta bir çevirmen olarak karşımıza çıkıyor. İngilizce ve Fransızca'dan önemli çevirileri bulunan Koytak, 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın mütercimi seçildi. Frantz Fanon'un Siyah Deri Beyaz Maskesi burada anmadan geçemeyeceğimiz değerli bir yapıtıdır. Fanon çevirisinden daha önemli bir çalışması ise Ahmet Ertürk ile birlikte hazırladığı Muhammed Esed'in The Message Of The Qur'ân'ıdır. Kuşkusuz bu yapıt ile Türkçe Kur'an çevirilerinde yeni bir döneme girilmiştir. Esed'in İngilizce'ye çevirirken gösterdiği titizliği onlar da dilimize aktarırken gösterdiler. On yıla yakın bir süre üzerinde çalışıldığını belirtirsek ne kadar titiz olduklarının anlaşılmasında kolaylık sağlamış oluruz.

Cahit Koytak şiiriyle kendini çoktan kanıtlamış usta bir şairimiz. Daha ilk şiirlerinden başlayarak rüştünü kanıtlamış. Az yazıyor; ama, sıkı ve has şiirin güzel örneklerini sunuyor bize. Şiirlerinin vazgeçilmez unsurları ise; yüzyılımızda çağdaş(?) yaşamın ve makinenin egemenliği ile bunun sonucunda insanın düştüğü yoz durumdur.

M. Taha Özalp

HAKKINDA SÖYLENENLER

Ali Dölek

Günlük Hayatın Resmini Çizen ve Valizinde gittikçe ağırlaşan dünyadan kaçan bir şair: Cahit Koytak

Ah ah bu kuş, bu gidişle
Uça uça gök bırakmayacak
Öteki kuşlara
(Öteki)

Tarih boyunca insan, ölümsüzlüğü yakalama ve ebediliği ele geçirme arzusu içinde olmuştur. İnsanlığın tarihi bir ölçüde de sonsuzluğu ya- kalama mücadelelerinin tarihi olarak görülebilir. Bu arzuyu ve muca- deleyi en iyi ve en açık bir biçimde gözleyebildiğimiz alan ise hiç şüp- hezizki sanat tarihidir. İnsanın taşı, demire, kağıda yansıttığı duygu ve düşünceleri aracılığıyla öldükten sonrada varolabilme, sonsuzda yaşama isteğinin somutlaştığını görebilmekteyiz. Fizik dünyanın deği- şime açık vasfı karşısında ebedi olanın ve değişmezin ardına sığınma arzusunun en belirgin örneği sanat eserlerinde ve bunlara yansıyan sanatçı psikolojisinde yakalayabiliriz. Bu nedenledir ki sanatçı çok za- man gündelik hayata yabancı düşer, akıp giden yaşam karşısında bunalır, sıkılır. Sanatçının çağlar boyu uyumsuz bir insan olarak değerlendirilmiş olmasını da belki onun bu özelliğiyle açıklamak mümkün olabilir. Sanatçının ruhu, değişmez olanı yakalama sürecinde, gündelik hayattan bir kaçışın senaryosunu sunar bizlere. Sanat eserlerini de aslında bu maceranın bir yansıması, bir dışavurumu şeklinde değerlendirmek gerekir. Sezai Karakoç' un belirttiği gibi sanat eseri, fizikten bir kurtuluş, fizik ötesine bir çıkış noktası ararken, ileri atılan bir köprü ucudur.

Şair Cahit Koytak' ın şiir serüvenine, şiir dünyasına girdiğimizde de karşımıza çıkan ilk tema, gündelik hayatın tasviri ve bunun karşısında sonsuzluğu, ebedi olanı yakalama arzusudur. Şair, imgelerini gündelik hayatın akıp giden olaylarından ve olgularından seçip çıkarmakta ve bunların adeta anlamsızlığını değil ama gelip geçiciliğini, sıradanlığını vurgulamaya çalışmaktadır. Ayakları yere basan, insanın en derinden arzuladığı o sonsuzluğa ulaşmasını sağlayacak olan unsurların bu geçici hayattan devşir ilemeyeceğini ima eder gibidir. Şaire göre gündelik hayat, sonsuzluğa ulaşmamızda gerektiği kadar sağlam ve sırtımızı dayayabileceğimiz bir temel sunmaktadır. Hatta değişmeye açık olan bu dünya, sonsuzluğu yakalama çabamızda karşımızda aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır.

Suretten asla, kopmayan eşyanın hakikatine gitmek için tasavvufta tasvir edilen duygu ve düşünceyi, Cahit Koytak' ın günümüzdeki şiirsel söylem aracığıyla yukarıdaki düşünceleri de örneklendirecek biçimde dile getirilmiş şu mısralarında yakalayabiliriz:

Yüzleri, yüzleri ve maskeleri
Silik kopyaları bırak yaşayanlara
Sen sessiz ölümlerle zırhlanan gerçeği yaz
Ve hazin güz yağmuru görünümünde
Yağan ebediyeti
(Daktilo Kızın Ölümü Üzerine Caz İçin Nihavent)

Öncelikle kendisinden kaçtığı gündelik hayatın tasviriyle işe başlayan Cahit Koytak, adeta bu hayattan kaçışına mantıklı deliller sunmaya çalışır gibidir. Bu hayatın gelip geçiciliğine, kendisine bel bağlanamayacağına örnekler sunar. Bu örnekleri gençlik yıllarından itibaren seçtiği kesitler kadar, etrafında gözlediği hayatın içinden seçip çıkardığı yaşam kırıntıları da olabilmektedir. Asansörde Birden İsa adlı şiirinde gençlik yıllarının tasviri, Sevgili Hayalet şiirinde de çok sevdiği babasını değişmeye açık olan bu hayatın alıp gittiğinin tasviriyle karşılaşabildiğimiz gibi, diğer bir çok şiirinde de kendi dışındaki insanların tasviriyle yüz yüze gelmekteyiz. Tüccarın Günlüğü, Sokağın Küçük Oğlanlar Küçük Kızları, Aspirin İçen Kızlar İçin Kanto gibi şiirlerinde de gündelik hayatın içindeki olayların ve insanların başarıyla betimlendiğini görmekteyiz.

Şair Cahit Koytak' a göre gündelik hayatın akışına sonsuzluğu ve ebedi yaşamı göz ardı edercesine kendini bırakmış olan insanların derinlik boyutunu kaybetmiş olmalarıdır. Eşyanın metafizik anlamını ve boyutunu göz ardı eden insanlar, şair için her şeyin kıyısında, nesnelerin arka planına geçemeden yaşayan kişiler olarak görülmektedir.

Kıyılarda yaşıyor-hazin ve canı sıkkın
Şeylerin kıyısında-kendinin, karısının
Büyükannesinin oyuncak ayısının
(Homo Poesia)

her şeyin kıyısında, aslında ve derin anlamına vakıf olmadan yaşayan insanların hayatlarını bağlamış oldukları, kendisine değer verdikleri şeyler de şaire göre üzerinde konuşmaya değer şeyler olarak bile görülmeyebilir. Zira bunlar insanın sonsuzluğa ulaşma çabasında üzerinde çok da durulması gereken şeyler değildir. Biraz alay ve hicivle karışık bir biçimde bakın şair bu insanların değer verdikleri şeyleri, gündelik yapıp etmelerini nasıl dile getirmekte:

Onlar odun kömür istifliyorlar balkonlarına
Çocukları yarışa sokuyorlar yarışa itiyorlar
Helva pişiriyor sevişiyor mezar kapışıyorlar
(Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum)

Gündelik hayatın karmaşası, insanı metafizik boyuttan uzaklaştırışı hakkında yakınan şair Cahit Koytak, bu karmaşaya en fazla şehir ortamında rastladığını, şehirlerin tasviriyle karşılaştığımız Nuh'a Gemi Resimleri adlı şiirinde bize açık bir biçimde sunmaktadır. Şehirlileri koridorları asık suratlarla geçen, yorgun ve inançsız kişiler olarak nitelendiren ve peygamber katleden kavimlere benzeten Cahit Koytak, kendi tabiriyle mezar komşularımız şehirlileri bakın nasıl betimliyor:

Ufuktan belalanmış kavimler geçiyor
Yoksul günümüzün dumanları içinde
...............................
İnsan eti kokan ucuz otellerden
Piyango gişelerinden plakçılardan
...............................
kanallardan üstgeçitlerden taraçalardan
Toprağın altından, ta yedi şehir aşağılardan
Sızan fışkıran akan şehirliler
Mezar komşularımız
(Nuh'a Gemi Resimleri)

Şehir adeta içindeki her insanı bozan, kendi asli değerlerinde uzaklaştıran bir unsur olarak Cahit Koytak kendisine kızılan, sövülen bir şamar oğlanı gibidir. Değerlerini yitirmemiş, şehir ortamına bir sürede olsa direnen insanların bile artık şehir tarafından bozulduğunu, yutulduğunu belirtir Cahit Koytak. Artık eskisi gibi kendisinden, Anadoluluğundan bir şeyler bulabildiği tanıdık gelen simaları da şehir ortamında bulamamaktan şikayetçi gibidir. Şehre ve şehir insanına tamamiyle yabancılaştığının bir ifadesi olarak görülebilecek bu ruh halinin yansımalarını şairin şu mısralarında bulabiliriz:

Uykunun karanfil kokulu
Şerbetiyle ıslanmış bıyıkları
Şehre inince küçülen omuzları
Ve sıkılgan elleriyle
İnsanın dayısına benzettiği
Köylülerde yok artık
Hepsi geminin karanlık mahzenine gömüldü
Topkapı minibüsleri yuttu onları.
(Nuh'a Gemi Resimleri)

İçinde yaşadığı gündelik hayata artık iyice yabancılaşan ve bu hayatın içindeki insanlar gibi olmamak için direnen şair artık bu hayattan kaçma vaktinin geldiğini hissetmektedir. Bugüne kadar tasvir ettiği şehirliler gibi, gündelik hayatın karmaşasına kendini bırakmış insanlar gibi yaşayan şair, bundan böyle ebedi olana sığınacak, sonsuzluğa kanat açacaktır. Kendisini sonsuzluğa ve sonsuzca yaşamaya hazırlayacak sihirli gücünde dua olduğunu belirterek, bunun dışında bütün her şeyi acımadan elinin tersiyle bir kenara itecek gücüde kendinde bulmaktadır şair. Zira bu sihirli gücü, kendisini sonsuzluğa hazırlayacak bu vasıtayı bulana kadar yaşadığı acılardan, baş ağrılarından da kurtula bilecektir.

İnce barsaklara sarılı bonmarşe bilgeliği
Öksürerek atacağım seni içimden
Şehirli pabuçlarımı ve kağıtlarımı
Boşaltıp ceplerimi boşaltıp ceplerimi
Azgın baş ağrılarını ve uyku haplarını
Atacağım her şeyi dua olmayan
(Mezmurlar)

Günlük hayattan kaçan şair, fizik-metafizik arasındaki gerilimi,adeta akıl-dua arasındaki ilişkiyle somutlaştırmaya çalışır gibidir. Kendisini metafizik dünyaya ulaştıracak gücün dua olmasına rağmen, gelip geçici hayata kendisini bağlayan, bununla bağlantılı olarak da sonsuzluktan kendisini alıkoyan gücün de akıl olduğunu belirtir gibidir.

Kalkıp bazı fikirleri bazı hacımlara
Koymam gerekli
Aklı sağlam seçimlerle bağlamam
Kamçılamam kamçılamam
Günlük hayatı balkondan yuvarlamam
Delilleri yok etmem hatraları yakmam
Gerekli
(Nuh'a Gemi Resimleri)

Bu kaçışa karar verdiği ve sonsuzluğa kendini ulaştırabilecek sihirli gücü bulduğu andan itibaren şair, artık gündelik hayata değişmeye açık olan bu fizik dünyaya eskisi kadar değer vermemektedir. Bu hayatın içinde olan her şeyden kaçmaya, adımlarını ölçülü atmaya başlamıştır. Günlük hayatı bir kağıt gibi yırtıp atmak ister şair. Yanlış yazılmış bir yazının silinmesi gibi, karalama kağıdının buruşturulup atılması gibi fizik dünyayı ve eski yaşantısını atmak, temiz ve boş bir sayfadan başlamak üzere yeniden hayata adım atmak ister gibidir.

Öksürerek atacağım içimden
Dua ve yakarış olmayan her şeyi;
Köşeden bir kucak gazete alacağım
Günlük hayatı yırtmak için
(Mezmurlar)

Eski hayatındaki her öğeyi, titiz bir biçimde inceleyen ve kendisini sonsuz yaşamdan alıkoyacak her şeyi hazır olan şair, bu konudaki hislerini ne güzel tasvir etmekte:

Kusursuz bir cinayet tasarlar gibi
Ölçerek atıyorum adımlarımı,
Dokunduum şeylerde,
Bozduğum suretlerde
Yok ederek parmak izlerini
Küçük, sıradan hayatımın.
(Poesie Demoniac)

Küçük, sıradan hayatın içinde kendisini sonsuzca yaşamaktan alıkoyabilecek öğeleri bulup çıkarmaya çalışan şair, artık kendini yabancı hissettiği hayattan kaçışını da şu şekilde dile getirmektedir:

Hergün yüzlerce sözcük kazıyorum zihnimden
Bir kucak kitap yakıyorum
Filmi yarıda bırakıp kaçıyorum
Kapıları çalıp kaçıyorum
Çocukları görüp kaçıyorum
Anneleri babaları görüp kaçıyorum
Örtülere bürünüp örtüleri savurup
Kaçıyorum ben
Hepinizi bırakıp bu ılık suda
(Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum)

Tercihini yapıp sonsuzluğa kanat açan bir martı gibi bu hayatın geçici öğelerine paydos diyen şairi artık hiçbir güç tekrar bu hayatın sıradanlığına çekmeye yeterli olmayacaktır. Nitekim asla geri dönüşü olmayan bir idam kararının veren bir hakimin kalemini kırışının andırırcasına şair de içinde bulunduğu dönülmesi artık imkansız durumu şu mısralarında dile getirmekte:

Ben sazımı kırdım dosyamı saçtım
Kağıtlarımı yaktım
Kuşlarımı uçurdum
(Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum)

BAZI ŞİİRLERİ

Futbol Oynayan Çocuklar

Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Uykularından balçık akıyor
Umulmadık goller peşinde hepsi

Ve yağmur yutuyor bütün golleri

Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Karanlık sofralarda morfin alıyor anneleri
Ah bilseler olup biteni

Ve yağmur yutuyor bütün golleri

Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Gülleler taşıyorlar ayaklarında
Hırsından ağlıyor kimileri

Ve yağmur yutuyor bütün golleri

Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Top yukardayken uyukluyor
Tempo o kadar ağır
Ve çekilmez ki
Hakem düdüğüyle durmadan
Oyuna çağırıyor düşenleri
Ve yardıma melekleri

Yağmur yutuyor bütün golleri

Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Azgın kamçısıyla sonbahar
Dövüyor akasyaları iğdeleri

Gövdeleri boşluğa savuruyor oyun

Ve çocuklar kaynayan toprağı tırmalıyor
Kararan göğü
Gözümüzdeki kalın perdeleri...

Ve yağmur yutuyor bütün golleri

1978

GENARALLER NİÇİN SOKAĞA ÇIKMAZ

Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz

Bir general her şeyi göze alıp
Biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
Bastonunu kaçırır hemen
Sokağın küçük oğlanları
Damdan dama damdan dama
Ve rüzgarlı kahkahalarıyla
küçük kızları sokağın
Şapkasını uçurur bulutlara

Bir general her şeyi göze alıp
Biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
Bembeyaz barikatlarına takılır
generalin dikenleri madalyaları
Bulut kokan akasya ruhu kokan
Çivit ve cesaret kokan
sonsuz çamaşırların

Bir general her şeyi göze alıp
Biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
Sokağın ortasında
büyük bir ayna
Bir yüzde sayın general
ötekinde mahalle bekçisi

Bütün bunlar
ve buna benzer nedenlerden ötürü
Generaller sokağa çıkamazlar
Sokağın üstündeki sahanlıktan
geçip gider
helikopterle teyyareler

1980

Harranlı Müneccim

sonunda yağmur yağacak,
hem öyle bir yağmur ki
yapılmayan işlerin,
ödenmeyen borçların,
tutulmayan sözlerin
mazereti olacak .
ve kefareti, uğruna bir tazenin
kalkıp yollara düşmeyi
ve kaderle güreşmeyi bu yaşta
göze alamamanın...
öyle bir yağmur ki, aylarca
belki yıllarca yağacak;
senatoyu su basacak,
sarayı, kiliseyi ...
ve patriğin külahını
snodun çamurlu tortuları üstünde
yüzdürecek kadar
yükselecek sular;
yağlı takkelerini yüzdürecek kadar
çerçöple birlikte,
kavgayı kızıştıran ruhanilerin;
ve takma başı üstündeki
takma perçemini
biçare imparatorun.
elmas sertliğinde yağacak,
sabır inceliğinde...
ve yasaları eritecek yağmur,
töreleri - o yıkılmaz sanılan
kaleleri, kurumları falan...
yer gibi sağlam, gök gibi her yerde
diyerek şanını yücelttikleri
ama kanını emdikleri,
kökünü kemirdikleri
köhne devleti...
öyle bir yağmur ki...
allakbullak edecek piyasaları,
dinleri, sanatları, ülküleri;
maskaraların suratlarına sürdükleri
boyalı pudra gibi eritip akıtacak,
pudra şekeri gibi...
dilleri, üslupları, retorikleri.
ve siz ey, süslü seremonilerin,
sadakat gösterilerinin,
ödüllerin, nişanların altında
yamalı ciğerlerini,
tahta cambaz bacaklarını
gizlemeye çalışan
yeteneksiz saray şairleri!
o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
teranelerinize can katmak için
cıvıltılarına kulak kabarttığınız,
tahsisat-ı mestureden ödenekli
ilham perileriniz,
ilham fareleriniz
yuvalarından dışarı vuracak,
halkın yatağının, yastığının altından,
gardıroplarından fahişelerin,
akla gelen her kuburdan,
hatta ayak yollarından muhaliflerin;
hem de leşlerinin kuyrukları
sizin burunlarınıza
dolanmış olarak!
o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
kemerli, revnaklı hayalhanelerinde
arp çalan, neşide söyleyen,
iskambil falı açan
ve tatlı ürpermeleri içinde
ölümlü ihsasların
aşk oyunlarıyla oyalanan
zarif ruhlarını çürütecek rutubet
ve rakik vicdanlarını
suskun entelektüellerin.
ve yıkayacak o büyük yağmur,
silip temizleyecek
noktasına, virgülüne kadar,
halkın belleğine balçıkla sıvadıkları
bulanık satırlarını,
görece lekelerini şöhretimin;
o göçebe serazen güzeliyle yaşanan
küçük, masum macerayla ilgili...
bunları ben söylüyorum;
en uzak yıldızlara,
ziclere, atlaslara bakarak...
ben, El Harizmi'nin gözde tilmizi,
-öyle olduğu için de
Bağdat'ta tutunamayan,
Roma'da anlaşılmayan,
ve Bizans'ta, elli yaşında
tam yıldızı parlayacakken
adı ikon kırıcıya
ve kart hovardaya çıkartılan-
ben, yıldızbilimci, şair,
Harranlı Leon:
ben, matematikçi, mimar, ressam;
rum ateşinin mucidi;
hendesede hace-i hacegân;
yedi dilde konuşan,
üçünde yazan-bozan;
gizli ilimlerde,
bahusus maraz-ı kalpte
ve inkisar-ı aşk ve muhabbette uzman;
diline hâzık hekim,
eline mahir cerrah;
tarid-i cin ve sihir,
ilahiri ilahiri ilahir...

Poesie Demoniac

Bir insan boyu yukardan geçiyorum toprağı,
Dünyanın ışığı arkamda kalıyor hep:
Yanlışlar ve doğrularla boyanmış dünyanın.

Şeylerin titreyen örtüsü üzerinde
Dayanmak ve durmak bilmeyen
'Düşünce'yim ben.

Çıplak kuru bir kemik,
Üzerine söz yazılmış deri,
İnsan beyniyle beslenen ejderim.

Saf olmayan,
Ama saflığa çağıran sanat,
Acı veren tutkuyum,
Maskeler çizen sözlerle.
Yüzlerin ve maskelerin birliğiyim.

Kusursuz bir cinayet tasarlar gibi
Ölçerek atıyorum adımlarımı.
Dokunduğum şeylerde,
Bozduğum sûretlerde
Yok ederek parmak izlerini
Küçük, sıradan hayatımın.

Varım, çünkü yoğaltıyorum dünyayı.
Kader yetişemiyor bana:
Çünkü tırmandığım yolları,
Çıktığım her zirvede zekayı
O örümcek ağırdan merdiveni
Dönüp yukarı çekiyorum hemen.

Ve arkamdan üst üste koyarak
Güzel ve çirkin demeden milyonlarca hayatı
Tırmanıyor kader,
Hatır gönül dinlemeyen avcı,
Almak için boynumu kıran ipten
Ta burçlara astığım
Bu cansız silueti.

1984

Pastörize Sevgi

Kumandayı fırlatıp spiker kızın yüzüne
Bir şeyler yapmalı, diyorum - Ama ne?
Afrika'ya gidelim, diyor, karım içerden
Kahve içelim muhallebi yiyelim
Der gibi iyi niyetli
Günlük vurguyla

Afrika'ya gidelim
Toplayalım pılıpırtıyı
Çocukları kitapları büyükanneyi
Plakları albümleri seccadeleri

Toplayalım çamaşırları
Çamaşır makinesini
Bulaşık makinesini
Kuluçka makinesini
Konuşma makinesini
Gülme makinesini ağlama makinesini
Afrika'ya gidelim
Kahve içelim
Muhallebi yiyelim

Afrika Afrika
Tarihin şuuraltı
Üç tekerli bisikleti üstünde
Habeş Sultanının
Boğa yılanlarını ve halkını
Gülümseyerek güttüğü
Sevimli dünya.

1977

Nuh'a Gemi Resimleri

I

Gençtim şiire hevesim vardı
Büyük sözlerden utanmıyordum henüz
Alnım kırış kırıştı daha o yaşta
Bir nalbant çırağı kadar sıkıntılıydım
Atların toynaklarını yonta yonta
Çöl gemileri yapıyordum
Uçan gemiler
Bej üstüne lacivert duygular
Bırakan ruhumda
Yelkenlerine su renginde atlar koşulmuş
İçimizin karanlığından türemiş
Sayısız hayaletin
Mağripli cinlerin isimsiz ifritlerin
Kum üstünde iterek yürüttüğü
Can sıkıntısı ve boğuk neşidelerle yüklü
Sahra gemileri
Kaleleri yıkan
Şehirleri ehramları yutan
Şiir sefineleri...

II

Eğilip taşgemiden bakıyorum şimdi
Bozbulanık akşam saatlerinden geçen
Silinmiş istim almış - İskelede
Bekliyor gemi
Çelik kasların sabrıyla öyle masum ve davetkâr
Bütün yükümüzü almaya hazır
Yüzlerimizi çukurlaştıran hüznü
Zırhlarımızı ağırlaştıran
Önce kuşlarımızı uçurup dallarımızı budayıp
Gövdelerimizi soyan
Sonra her boya uygun
Bir çarmıh mıhlayan.
(Çarmıh mı dedim, bağırdım mı?
Bunu yolcular duydu mu?
Göğüslerine indirip kafataslarını
Mahzende uyuklayan şehirliler:
Mezar komşularımız
Beşkırkbeş vapurunun lahûtî figürleri
Şişko tezgâhtarlar ebedî kızlar daktilolar
Terziler hünsa çıraklar simsarlar
Memurlar kâhinler duahanlar
Gözlemci melekler
Ve öteki ruhaniler

Ufuktan belâlanmış kavimler geçiyorlar
Yoksul günümüzün dumanları içinde
Kaynıyor yukarda kazan
Kaynıyor ve taşıyor - Melekler
Sirkeciye açılan sokaklara boşaltıyorlar onu
İnsan eti kokan ucuz otellerden
Piyango gişelerinden plakçılardan
Sızan cinneti
Yarı bizans yarı taşra kılan akşamı
Bu borulara üflenen dakikalar
Kanallardan üstgeçitlerden taraçalardan
Toprağın altından, ta yedi şehir aşağılardan
Sızan fışkıran akan şehirliler
Mezar komşularımız

Ne serin avlularda göç-ricat hutbeleri
Ne inzarcı divaneleri kavmin
Ne de 'şehrin ta ucundan koşarak gelen haberci'
Hiç biri

Uykunun karanfil kokulu
Şerbetiyle ıslanmış bıyıkları
Şehre inince küçülen omuzları
Ve sıkılgan elleriyle
İnsanın dayısına benzettiği
Köylüler de yok artık
Hepsi geminin karanlık mahzenine gömüldü
Topkapı minibüsleri yuttu onları.

III

Nasıl da tükenmişiz biz yolcular
Mağrur perçemlerimizden tutulmuş
Göğüslerimiz kurumuş
Erimiş hançeremiz
Göz oyuklarımıza
Batan şehirlerin kumu dolmuş

Asık suratlarla geçiyoruz koridorları
Yorgun / inançsız
Günbatımının tabanıyla ezilmiş
Gözden çıkarılmış
Peygamber katleden kavimler gibi

Ve eriyip akıyoruz
Sulardan dışarı
Yorgun develerimizin
Biçimsiz atlarımızın üzerinde
Mağlup omuzlarımıza sitemle
Göğün ağırlığını indiren
Gözdağı veren
Meş'um çığlıkları içinde
Sahra kuşlarının

IV

Oturmak istiyorum
Biraz sıkışır mısınız
Bakın ellerim dolu
Ellerim ceplerim ve kafam
Yolcuyum/sorulur mu/nereye gidiyor bu gemi
Biraz sıkışır mısınız

Ruhumu kurtarmaya çalışıyorum
Dualarla perhizlerle susarak somurtarak
Ve gizlenerek kıyı bucak
- Biz zavallı küçük sırlar -
Biz zavallı sırlar
(küçük)
Biraz sıkışır mısınız

Öleceğim, efendim
Bir gün mutlaka öleceğim
Ama beşkırkbeş vapuru
- Kim durdurabilir onu -
Beşkırkbeşte kalkacak yine
Biraz sıkışır mısınız

Günahlarım
Tövbelerim sadakalarım
Heveslerim erdemlerim başarılarım
Kâğıtlarım muskalarım madalyalarım
Traşlı fotoğraflarım traşsız fotoğraflarım
Ruhum cesedim göz yaşlarım
Burda büyüğüm burda küçüğüm
Burda büyüğüm
Buraya sığarım buraya
Sığarım buraya sığarım
Biraz sıkışır mısınız biraz
Sıkışır mısınız
Biraz
sıkı
şır


n
ı
z

V

Kalkıp bazı fikirleri bazı hacimlere
Koymam gerekli
Aklı sicimlerle bağlamam
Kamçılamam kamçılamam
Günlük hayatı balkondan yuvarlamam
Delilleri yok etmem hatıraları yakmam
Gerekli

Gidip kâtipleri
Muhasipleri uyandırmalı
Karıncaları yuvadan çıkarmalı
Gemiye katılsınlar

Su/Kereste
Ve uzaklık
Taşısınlar

Bal güğümünü borazanımı
Baltamı eşeğimi
Ve önsezisini eşeğimin
Almam gerekli

Önce
'Gemiye bakmak' için
Su
Ağaç
Ve derinlik

Sonra
'Gemiden bakmak' için
Susuzluk
Ve
M
i
n
a
r
e

VI

Düşünceyi kaptan köşküne koyuyorum
Hayâlgücünü güverteye
Uykuyu yelkenlere
Ve ölümü dümene

Sonra inip gemiye kıyıdan bakıyorum
Ve bu fazlasıyla insanbiçimli
İnkâr yüklü gemiyi
Gaz döküp yakıyorum

Şüphe'yi abesle azdırılmış zekâyı
O cam gözlü geometriyi
Bin başlı levyetanı
Kabaran sulara salıyorum
- Biraz hafiflesin diye gemi -
Sonra kırk yıl peşinde dolaşıyorum onun

Ve inançla zıpkınlaya zıpkınlaya
Sonunda, 'iyi huylu' bir merak
Türetiyorum ondan
İlham'la yürüyen bir dağ,
Yaklaştıkça gizemlenen ada:
Yollarda bulunan
Ve yollarda yitirilen İthaka

Uykuyu çocuklara ayırıyorum
Gençliği annelere babalara
Umudu gemiden bakanlara bırakıyorum
Korkuyu kıyıdan bakanlara
Tufanı kendime ve biletsiz yolculara

Galeri

Şekerden yapılmış
Ve kremadan
Yalan dolu bir dünyada yaşadı bunlar
Şişko ruhlar
Kadın iskeletine geçirilmiş
Erkek postları
Orta yaşları herkesten uzun
Küçük haplar halinde erdem
Tütün kokusuyla örtülü dişilik duygusu
Ve kurallara uygun hüzün

Elektronik

Yüzüncü kattan inerken İsa
Sahanlıkta Japonlara rastladı
Herifler sıkıştırmışlar
köşeye Yohanna'yı
Konuşan inciller pazarlıyorlar

İyi akşamlar çocuklar
İyi akşamlar efendimiz

Yamaha Toshiba Mitsubishi
Bunlar zamanın harikaları
Cam paket içinde kauçuk kafalı
JudecZenCrist son numaraları

Numara iyi tuttu
Vatikan yuttu zokayı
Durumun acılığını metafizikle
Örtmeye çalışın Papa
Ruhu cam kırıkları içinde
Göçüp gitti

Zavallı Papa - Tabutunu
İple çektiler yukarı
Piyano hamalları
Asansör meşguldü çünkü o sıra

ŞİİRLER

Cahit Zarifoğlu İçin Dört Şiir

Bir Prens Olduğun Belliydi
İki Kanadını Verdin Üç Arkadaşa

Kırk yıl
Ve yedi yıl
Seni kuğular çağırdı yolu bitirdin
Sen güvey müthiş kanatlı
Çocuklara âhenk
Ve sancı dağıtan
Ormanı gezmeye çıkan ağaç
Büyük kardeş

Koş artık uykular tutamaz seni
Menziller tutamaz
Ne güzel sözlerin cinleri
Ne Strasburg ne Baden
Ne beşyıldızlı moteller çarmıhlar
İmza günleri

Kırk yıl
Ve yedi yıl
Kimse senin kadar yakıştıramadı
Gurup rengi bir fular gibi
Boynuna ölümü

Sen uçurtmasıyla cenge katılan
Göğsünde âhenkler akrepler
Yıkıldın - korkma !
Yine göklerde uçurtman

Kırk yıl
Ve yedi yıl
Tanrı denedi
Ve içlerine 'kartal sürüleri' saldığın
Küçük oğlanlara bıraktı seni
Güvercin sekişli küçük kızlara

Sen avcı leopar yürekli
Tüfeğinden tüyler üveyikler fışkıran
Valsler borazan çiçekleri
Gittin ve birlikte götürdün sırrını
Yürüyüp ormandan içeri

Filmin Banyosu

Bütün kareler yandı yolu bitirdin
Ütülü pazartesiler yandı
Ve baygın perşembeler
Cesedine giydirilen resimler
Birer birer silindi
Azizler acılı gergedanlar
Çobanlar seyyahlar krallar

Renkler eridi
Ve eridi söz
Su / Anne / Ağaç
Mahçup perçemlerden tutuldu
Kalemler kağıtlar parmaklar sıraya bırakıldı
Tebeşir tahtada dehşetle gıcırdadı
Ve kırıldı

Herkes çıktı, bir sen
Ve kanatlarıyla dünyayı sarsan
Melek kaldınız
Dolapları sandıkları yatakları savuran
Şiirleri kitapları uykuları
Dağıtan melek kaldı.

Nice sıkıntılarla kasılan yüzden
Çekip almak için dünya örtüsünü
Rüyaların içinden uzanıyor bir el
Dönüyorsun. Kaçışan liflerin kemiklerin
Ve başın: Sırlanmış mühürlenmiş negatiflerin

Dönüyorsun
Arkanda seke seke
küçülüyor dünya
Atın toynağından kopan balçık
Kalemden sıçrayan mürekkep
Dünya

1987

'Orada Ağaçlar Nice Ve Çiçekler Nasıl?'

Ormanın yüreğinde bir pınarsın
Bülbüllerin hüzünle
Tanrıyı övdüğü yerde
İççeken borazanların. Udların
Ve pars diyorsun - uyuyakalmış parsın
Nergisin
Ermiş erimiş timsahın

Rüzgâr münzevi ıslığını getiriyor sadece
Münzevi titrek derin
Adsız bir şüphe gibi hayata karşı
Müptedi imanını sınayan
Yârenlerin

Sen uyku tutmayan yolcusu güvertelerin
Çatıkatlarının ve steplerin
Nâsıra'dan geceyarısı geçiyor
Ve uğramıyor dünyaya
Senin trenin

Issız bir istasyon vadide
İpince yağmur
İstim fener ve çıngırak
Herşey hazır
Bekliyor bedeviler seni
Galileli çobanlar
Kurtlar rengeyikleri
Boynunda iki hayatın süsleri
Ganimetleri
Sen yüreklere inmede mâhir
Sen seslerin sözlerin prensi.

Duman Çıkaran Ağaç

Sen avcı sen geyik sen orman
Yaklaşınca bütün kuşlarını birden uçuran
Sen tılsımlı söz ağacı

Tırmanıp en yüksek dalından kopardım
Bu mahçup tiz sesli kavalı
Alevli rüzgârlı dalından

Ve üflüyorum odamda şimdi
Daracık sokaklarda
Surlarda
Eski tramvaylarda

Ki inançla çalışır
Ve bilirsem beklemesini
Gün gelir - Tanrı'nın bağış vakti
Belki çıkarırım ucundan
Bir ispinoz
Bir kaç tüy
Ve dumanların içinden
Hakedilmiş bir ezgi.

1987

Sisle Örtülü Yollar

Gecenin Sahibi
Ağustos böceğinin yüreğine
İndiriyor sırrını
Ve ağustos böceği
Sesine ardıç ağacının
Bilgeliğini katıp
Ateşten cümlelerle
Tanrı'nın sözlerini öğretiyor
Öteki böceklere

Sessiz ve uzun hıçkırıklar
Sessiz ve uzun
Yıldızların kristal hıçkırıkları
Böceklerin mahzun

Ağustos böceği, sesine yıldızların
Parıltısını katıp
Tanrı'nın yollarını gösteriyor
Yolunu kaybedenlere

Sisle örtülü yolları O'nun
Yanından geçip giden
Dipsiz uçurumların

Sisle örtülü yollar
Sisle örtülü her şey
Sisle örtülü ruhum.

1975

ŞİİRLER

Korkuyorum

Upuzun soluk günler
Artık ne gencim
Ne yeterince yoksul
Ne de yollara düşecek kadar budala
Ne olacağım Yarab!
O hercaî bulut tepemde hâlâ
Otuz yedi yaşındayım:
korkuyorum.

1986

Ruhta Olanlar

Küçük bir dere yolunu kaybediyor
Ve daha anlamadan olup biteni
Kuruyup gidiyor çölde

Kan ter içinde koşuyor atlet
Ama göğüsleyeceği ip de koşuyor
On adım ilerde

1986

Yalnızlık Kayzer'den Daha Güçlüdür
Yalnızlık Kayzer'den daha güçlüdür
Ve Roma'dan daha uğultulu

Yastığa gömebilir misin onu?
Duvara asabilir misin?
Bir âyin elbisesi
Ya da bir geyik postu gibi?

Ruhundan sızarak senin
ve belkemiğinden
Odanı dolduracak
belki de dünyanı
Ve üstüne çıkaracak
tekneni, dalgaların

Yalnızlık...
Bitişik yataktaki hasta:
Başının altında elleri
Ve gözleri tavanda - sabaha kadar
Alçak sesle
Tanrı'yla konuşuyor
Ve bazen de seninle.

1989

ŞİİRLER

Neyi Ki Çok İstersen

Neyi ki çok istersen
Verir sınamak için
Neyi ki çok istersen

Nice dertlerden sonra
Yurduna dönenlerin - yıkık
Omuzları gibi
Şu alçalan tepeleri

Ve onları akşamın kırbacıyla
Yaralayan - şu umursuz
Göğü bile

Koyar sınamak için
Küçülte küçülte
Bir çiğ damlası gibi
İstersen avucuna

Olanca ağırlığıyla onu
Kaldırabilirsen eğer
Şiirin ince parmaklarıyla
Ya da sabrıyla - Ömür boyu
Tutulmuş bir çığlığın

Ve koyabilirsen eğer
Bir seher vakti onu
Tanrı aşkıyla ürperten
Bir gülün dudağına

1983