ATLI CİRİT ve MEDENİYETİMİZ

ATLI CİRİT ve MEDENİYETİMİZ

Dünyanın en uzun ömürlü imparatorluklarından biri olan Osmanlı Devleti, yerini Genç Türkiye Cumhuriyetine devrederek tarih sahnesinden ineli yıllar oldu. Ama onun uygarlık yolundaki derin izleri, kaybolacak gibi değil.. Üç kıta üzerine altı asır süren bir hakimiyeti tesis eden Türkler, hiç kuşkusuz birçok beşeri unsuru bir araya getirerek başarılı oldular. Uygarlık tarihçileri bu unsurları ele alır, her birine ayrı bir değer biçer. Atlı göçebe kültürden gelip, açtığı barış ve esenlik şemsiyesi altında yetmiş iki milleti uyumla yaşatan bu uygarlık kurucularının acaba kendilerine mahsus sırları mı vardı? Çağdaşlarında görülmeyen bu terkip gücünü nerelerden alıyorlardı? Bunun için tarih yapraklarını çevirmek lazım. Ama işe nereden başlamalı.?

Toplumumuz, Atın Türk tarihini inşa eden bir varlık olduğunu unutmuş gözüküyor. Rüzgarda uçuşan at yelelerinin bir kudret simgesi olan Padişah ve vezir tuğlarını oluşturduğunu artık kimse bilmiyor. Her milletin hayatında atın önemli roller üstlendiği bir gerçek, ama, savaşta ve barışta Türk milleti kadar attan yaralanan, toplum ahengini ve zaferlerini atın gücü ile temellendirmiş bir başka milletin olmadığı da tarihçilerin bir başka tesbiti.. Bu görüşlerin dayanağını, tarihin günümüze kadar ulaşan izlerinde de bulmak mümkün.

Anadolu bozkırı, geçmişe olan vefasını tarihi at kültürüne sahip çıkarak gösteriyor. Burada her şeye rağmen “yiğit ve at” terkibi yaşıyor. Bir anlamda o eski ve görkemli Türk uygarlığının ocağı tütmeye devam ediyor . En akıllı hayvan olarak nitelenen atla İnsanoğlunun kurduğu ortak hayatı, günümüzde Atlı Cirit Seyrinde yeniden keşfetmek mümkün. Anadolu kültür coğrafyasını gözleyip buraları masal ve efsane dünyası olarak niteleyenler, gerçekte gözleri açık olarak gördükleri tarih rüyasını bizlere aktarırlar.

Köylümüzün cirit sevdası nereden ileri geliyor? Sorunun cevabını Osmanlı Toprak düzeni ile devlet idare sisteminde buluyoruz. Osmanlı ordusunun ana bölümünü “Toprağın askeri” denebilecek “Tımarlı süvariler” oluşturuyordu. Padişah fethedilen topraklardan devlet hissesine düşenleri bir anlamda atlı yiğitlerin gözetiminde olmak üzere çiftçilere veriyor, barış zamanı bu topraklar güvenli bir biçimde işletiliyordu. Tımarlı süvarilerin geçimi çiftçiden aldıkları birkaç kalem vergiye dayanıyor, bu da onları müreffeh bir biçimde yaşatıyordu.. Kamuya ait toprakları gözeten atlı yiğitler savaş için çağrıldıklarında idare ettikleri Tımarın büyüklüğüne göre atlı savaşçılarını alıp alaybeylerinin, onlarda beylerbeyinin hizmetine koşuyor, böylece devlet kendi kendini inşa eden bir ordu gücüne küçük bir işareti ile sahip oluyordu.. Savaşta yararlık gösterenlere yeni tımarlar veriliyor, yiğitlikte ve binicilikte yüksek hüner sahipleri, bu sistem sayesinde kenarda kıyıda kalmayıp, kabiliyetlerine göre Beylerbeyilerin, vezirlerin, baş vezirlerin nihayet padişahın yönetim kadrosuna kadar yükselebiliyorlardı. Yiğitlik ve usta binicilik Osmanlı sisteminde yüksek mevkilere çıkmak, güç ve refah demekti. Yeniçeri Ocağı ve Enderun, gayrimüslim çocukları dışında Anadolu'ya kapalıydı. Müslüman tebaanın devlet yönetimine katılması, ya ulema sınıfına girerek, ya da Tımarlarda yiğitlik ve binicilik hüneri göstererek mümkündü. Osmanlı dünyasını yönetenler için at çevresinde düzenlenmemiş bir hayat düşünülemezdi. At ve yiğit demek de, Cirit oyunu demekti.

At insana güç,hırs ve güven kazandıran tek hayvandır. Dede Korkut'un Bamsı Beyreğe söylettiği:

At demem sana kardeş derim, kardeşimden daha iyi

Başıma iş geldi arkadaş derim, arkadaşımdan daha iyi

Sözleri, yiğit ile atı arasında Türkün kurduğu maddi manevi ahengi anlatır. Osmanlı sisteminde bu ahenk, at ve binici eğitimi ile sağlanmıştır. Bu eğitime ve fenne dair kitaplar yazılmış, üstatlar tayin edilmiş, beratlar verilmiş, dünyalıklar dağıtılmıştır.

Atlı yiğit: Osmanlıcası ile Cündi.. Hıristiyan dünyasının çevresinde ördüğü efsanevi yumak ile “Şövalye” neyse, islam dünyasının cündisi de o..

Atlı Silahşörler olan cündi sınıfı, Tımarlı süvarilerin tabir caizse kurmay kadrosunu oluştururdu. At üzerinde hedefe ok atma, mızrak savurma, gürz kullanma başta olmak üzere envai çeşit savaş tekniğini bilen bu cündiler, tımarlı süvarilerin, yani bu günkü Anadolu halkı ataların, hayranlıkla taklit ettikleri, onlara benzemek için can attıkları ustalardı. Cündilerin oynadıkları ciritin ise emsali yoktu. Bu birbirinden eğitimli koç yiğitlerin, attıkları ciritin hedefini sapması söz konusu olmadığı gibi, attıkları ciritle rakiplerini yaralamak hatta öldürmek onlar için işten sayılmazdı. Vezirler, beyler, kumandanlar arasında harp edercesine cirit oynayanların sayısı hayliceydi. Sultan İbrahim zamanında adını duyurmuş Seydi Ahmet namındaki Cündi'nin ilginç bir hikayesi vardır. Seydi Ahmet Padişah Kapısına bağlıydı ve burada oynanan ciritlerde canını yakmadığı iç ağası, harem ağası kalmamıştı. Şikayetler çoğalınca padişah Seydi Ahmet'i çağırır:

“A..Seydi! Benim musahiplerime sakın cirit vurma” diyip tembihlemek ister. Seydi Ahmet:

“Vallaha Padişahım onlar beni vurur, ben onları vururum.Cirit oyununda acımak yoktur”

Sultan ibrahim, bu lafını esirgemeyen Atlı yiğidin sözlerinden hoşlanır, hem rütbesini yükseltir hem de ona bin altın ile bir samur kürk insan eder. Bu hadiseden kısa bir süre sonra Gülhane meydanında oynanan ciritte Seydi Ahmetin savurduğu ciritle müsahiplerden biri ölüverir, kızgınlıkla kendisine saldıran diğer müsahib de, yine Seydi Ahmet tarafından yaralanır. Sultan İbrahim olanlardan haberdar olunca Seydi için “Elbette katledin emrini” verir.. Bu sefer Seydi için araya girenler padişaha “Sultanım! Kanun-i Al-i Osmandır. Cirit Cenkten bir şubedir. Cirit alanı savaş alanıdır.Burada vurulan, vuran, ölen öldüren birdir.” derlerlerse de padişahı yumuşatamazlar. Seydiyi sevenler sultanın öfkesi dininceye kadar onu kaçırmaktan başka yol olmadığını görürler. Firar gerçekleşir. Daha sonra affedilen ve rütbesi paşalığa, hatta kaptan-ı deryalığa kadar yükselecek olan Seydi Ahmet Paşa'nın Cirit tarihine geçmiş daha birçok menkibeleri vardır. Cündilerin oynadıkları Cirit Oyununun gerçekten savaştan ayırt edilemez tarafları çoktur. 1666 yılında Nemçe elçisine Edirne'de Samizade bahçesinde bir cirit oyunu seyrettirilir. Elçi hayretten dona kalarak “Bu oyun mu yoksa döğüş mü?” diye sorma ihtiyacını duyar.

Osmanlı'daki atlı cirit merakını günümüzün futbol tutkusuna benzetebiliriz. Bugün herkes ya seyirci, ya oyuncu olarak futboldan anlıyor, hoşlanıyor. O zaman da herkes biniciydi. Kadınlar bebeklerini at üstünde emzirecek, beşiklerini atın eğer kaşında taşıyacak kadar atlı hayatın içindeydiler. Padişah, vezir ve beylerbeyi tavlalarında cins atlar besleniyor, Anadolu'da tek işi at beslemek olan ve adına “at çeken” denen sayısız imtiyazlı oba faaliyet gösteriyordu. Binlerce atlıdan oluşan Akıncı kafileleri serhatlara sevk ediliyor, cihan imparatorluğunun görkemi bu atlı güçlerin dünyasında simgeleşiyordu. Merkezde ve taşradaki sarayların avluları cirit alını olarak tasarlanıyor, Cuma günleri ve bayramların üçüncü günleri dilden dile anlatılacak cirit oyunları cereyan ediyordu. Sefere çıkan orduların buluşma menzilleri de bir nevi Osmanlı Cirit Şampiyonasına dönüşüyordu. Devlet görevlileri bir yandan sefere katılması gereken Tımar sahiplerinin geldi-gelmedi yoklamasını yaparken, öte yandan savaş öncesi son provası diyeceğimiz süvari muharebeleri, yani cirit vuruşmaları oluyordu.

Tarih sayfalarındaki Atlı Ciriti arayanlar sürdükleri izlerle Anadolu Selçuklularına kadar ulaşırlar. Anadolu Selçukluları ve ardından Osmanlılar, Dünya Türklüğünün “Anadolu Terkibi” olarak tarih sahnesine çıktılar. Atlı Cirit Oyunu da, onun kurucuları gibi her şeyi ile Anadolu'ya özgüdür. Osmanlı coğrafyası dışında kalan Türk Dünyası Atlı Cirit oyununu bilmez. Anadolu Selçuklu Devleti'nin tarihini yazan Doğu bilimci Houtsma, Sultan Alaattin Keykubat'in cirit oyununu çok sevdiğini yazar. İbni Bibi, Anadolu Selçuklu Devleti tarihinde Atlı Cirit'in Selçuklu Çağında bilindiğini ifade etmektedir. Selçuk atlısı, Bizans ve Haçlı vuruşmaları sonucunda çifte su verilmiş çelik gibi Türklüğün ve İslamın kılıcı haline geldi. Atlı Cirit oyununun “baskın” ve “firar” ekseninde cereyan ettiğini hatırlayacak olursak, bu modelin Türklüğün Anadolu'yu vatanlaştırma sürecine bire bir oturduğunu düşünebiliriz. Atlı yiğitler eliyle gerçekleşen vur-kaç'lar sayesinde ardı arkası kesilmeyen kalabalık Haçlı orduları durdurulmuş, sonuçta tersyüz edilerek Viyana kapılarına kadar püskürtülebilmiştir. İşte Selçuklu ve Osmanlı'nın Atlı Ciritte gizledikleri tarih sırrı budur. Bu sırrın devleti yönetenlerce bilinmesinden doğal ne olabilir? Osmanlı Sultanları atlı yiğitlerin hakanlarıydı ve bir çoğu da atlı yiğidin ta kendisiydi. Osman Bey, Murat Hüdevendigâr, Yıldırım, Yavuz, II. Osman, IV Murat, IV Mehmet süvari ve yiğitlik denince ilk akla gelen padişahlardır. Son Osmanlı asrı hariç, padişahların hemen tamamı at binip cirit oynadılar. Padişahın cirit alayına katılmasına Osmanlı teşrifatında “Cirite binmek” tabir olunur. Padişahların cirite binmeleri ülkede önemli bir hadisedir, şairler, nakkaşlar bu hadiseyi mısralarla ve nakışlarla ebedileştirirler. Avcı Mehmet adıyla ünlenen padişah IV.Mehmet bir av dönüşü cirit tertip edilmesine buyrultu verir. Oyunu bir süre seyrettikten sonra, Kapudan Mustafa Paşanın karşısındaki alaya iltihak eder ve paşayı attığı bir ciritle yaralar. Sonra da bir âla kürk vererek paşanın gönlünü alır. Ama konu cirit olunca her vezir bir olmaz. Padişah I.Sultan Ahmet 1612 yılında Sadrazamı Nasuh Paşa ile birlikte Edirne'de, Sadrazam Cündilerinin cirit oyununu seyretmektedir. Nasuh paşa bir süre sonra padişahtan izin alıp oyuna katılır. Ciritteki lezzet giderek padişahı da şevke getirir. Sultan I.Ahmet altındaki Zerrin-i Şevket adlı atı meydana sürüp Nasuh Paşa'nın karşısındaki alaya girer. Bundan sonrasını ünlü tarihçimiz Naima'nın kaleminden aktaralım:

Paşa mehterin çaldığı yürük semai ile küheylan atlar büsbütün heyecanlanıp meydana atılmak istercesine titrer dururken Padişah zerrin-i şevketi mahmuzlayıp karşı alaya yaklaştı ve Nasuh Paşaya ciridini fırlattı. Nasuh Paşa padişahın kendine cirit atacağını düşünerek üzengiye kuvvetle basmış pür dikkat o anı bekliyordu. Cirit padişahın elinden çıkar çıkmaz atını mahmuzladı Padişah alanın ortasındayken yetişip sağ elini havaya kaldırdı, sultanın sağ omuzuna nişan alıp fırlatacağı zaman nedense vaz geçip atmadı. Olayı heyecanla seyreden Paşa cündileri ve enderun ağaları “sadrazam ne yapacak?” diye beklerken Paşa dizginleri kısıp atını durdurdu ve yere inerek padişaha doğru yürüyüp önüne gelince yeri öptü.

Padişahlar ve sadrazamlar başta olmak üzere istisnasız her rütbeden kişilerin devlet katında oynadıkları atlı cirit oyununun iki rakip takımı vardı: lahanacılar ve bamyacılar. Lahanacılar yeşil mintan giyip yeşil bayrak taşırken, bamyacıların gömleği mavi, bayrakları kırmızıydı.. Her iki tarafın da şalvarları kadifedendi. Tarihçiler sonradan Çelebi Mehmet'e sadrazam olacak olan Bayazıt Paşa'nın, bu iki rakip cirit grubunu Amasya'da kurduğunu kaydederler. Bamyacılar ve lahanacıları tarih sahnesine çıkaran sebep, Timurlenk sonrası baş vermiş Şehzade kavgalarına son verecek atlı yiğit gücünü eğitmekti. Bu amaca kısa zamanda ulaşılır, Beyazıt Paşa'nın süvarileri padişahlığı elde etmeye çalışan Şehzade İsa ve Musa Çelebileri, sürekli eğitime tabi tuttukları çevik kuvvet silahı ile saf dışı bırakırlar. Lahanacılar ve Bamyacıların atlı cirit tarihinde asırlar boyu ünlerinin sürmesi, onların, yalnız devlet kurucu değil, devleti badirelerden kurtarıcı rolleri de yüklenmeleri ile açıklanabilir.

Tarihin Günümüze kadar ulaşan izleri üzerinde dolaştık ve gördük ki, bugün seyircisi yok denecek kadar azalmış, kalitesi düşmüş, incelikleri kaybolmuş bir konumda da olsu yine atlı cirit var. Bu kültür varlığını daha ne kadar sürdürür? Zamanın acımasızlığına insanların umursamazlığı eklenince Atlı Ciritin geleceği hakkında iyimser olmak pek mümkün değil.

Anadolu'nun birkaç köşesine sıkışıp kalmış cirit meraklısını saymayacak olursak Cirit Atının da, atlı yiğidin de, cirit alaylarının da de sonu gelmiş gözüküyor. Hepsinden önemlisi, bu sporun günümüzde himayecisinin olmayışıdır. Ciritte ölen Atına mezarlar yaptırıp kitabeler kazdıran II. Osman, bir attan diğerine sıçrayıp binecek kadar çevik IV.Murat gibi sultanlar, asırların ötesinde kaldı. Sekiz at koşulu merasim arabasına binmeyi reddedip Nemçe Kralının sarayına atını sürerek giden ve krala “Biz Osmanlılarız, bizim mutadımız küheylan atlara binip, cirit oynayıp gazaya gitmektir. Bizim İstanbul'da böyle arabalara avratlar biner” diyen Viyana elçisi Kara Hasan Paşa, günümüz gençliği için olsa olsa bir masal kahramanıdır.

İkinci dünya savaşının başladığı tarih olan 1939 yılına kadar Anadolu'nun her köyünde atlı yiğitliğin simgesi olan cirit “düğündü, panayırdı, seyrandı” denerek oynanıyor, varlığını sürdürüyordu. Savaş sırasında köylünün elindeki binek hayvanları toplanıp binicileri de askere alınınca Atlı Ciritin izleri Anadolu'da silinmeye başladı. Bu arada motorlu vasıtalar da kırsal kesime hızla yayılıyordu. Bir yanda ata olan ihtiyacın azalması, beri yanda at stoklarının bir anda elden çıkışı, köylerdeki at yetiştiriciliğini de öldürdü. Günümüzde Cirite gönül verenler yok olmamanın son direnişindeler. Mehteran Bölüğünü Askeri Müzenin bir uzantısı olarak kuran irade, eğer Anadolu Türk Tarihinin özeti olan Atlı Cirit'e de benzeri bir yolla el atmazsa, bir zaman geçince son direnişçiler de el çekecek ve izler kaybolup gidecek. Topkapı sarayı avlusunda Mehteran ve Cirit alaylarının bir araya geldiği, yerli ve yabancı tarih meraklılarına, tarihte anlatılan hünerleri ile gösteri yapan ciritçiler için kös vurulan günler, acaba gelir mi dersiniz?